Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

BAŞKANLIK

Bir tartışmadır sürüp gidiyor; benim bildiğim tam çeyrek yüzyıldır. Zira 1989-93 yılları arasında kamu yönetimi eğitimi alırken de vardı bu tartışma… İkinci cumhuriyet tartışmalarına ek olarak. Görüldüğü kadarıyla sorun çözülemediği gibi, çözüleceğine dair kısa vadede bir ümit de yok. Malum; konu anayasa değişikliğini gerektiriyor ve iktidar partisi konuyu meclisten geçirecek bir çoğunluğa sahip değil… Uzlaşma mı dediniz? Türkiye bunu neredeyse hiçbir zaman başaramadı. Siyaset bilimi dersinde demokrasi teorileri işlenirken, birbirine zıt iki görüşten hareket edildiğini hatırlıyorum. Kimi siyaset bilimciler demokrasinin bir “uzlaşma”, kimileri de “çatışma” olduğunu ileri sürmekte idi. Ama demokrasinin bir uzlaşma kültürü olduğu görüşü baskındı. Bunun toplumsal birlikte yaşama sözleşmesi olan anayasalardaki karşılığı ise “consensus”tür. Bir başka deyişle demokrasinin aslında bir “uzlaşma” olduğu konusunda bir “consensus”ten bahsedilebilirdi. Ama her nedense bizde “çatışma” tarafı dominanttır. Demokrasi bundan böyle yeni bir aşamaya evrilir mi bilinmez ama Fransız devrimi sonrası “çoğunluğun” iradesi kutsanıyordu. Bir başka deyişle; eğer herhangi bir şekilde % 51 çoğunluk sağlanmışsa, geriye kalan % 49 bu iradeye boyun eğmek durumunda idi. Örneğin dünyanın başına gelmiş geçmiş en büyük bela olan Hitler çoğunlukçu demokrasinin egemen olduğu bir dönemde iktidar oldu. Belki de bu yüzden Winston Churchill demokrasiyi “berbat bir rejim” olarak nitelendirmişti. “Halkın kendi kendini yönetmesi” ise hiç bir zaman mümkün olmamıştır. Demokrasi yine de pozitif yönde gelişmiş, çoğunlukçu demokrasi süreç içerisinde yerini “çoğulcu” demokrasiye bırakmıştır. Bir başka deyişle artık iktidarlar gelişen sivil toplum ve medya gücü sayesinde “yapamayacağı” şeylerin de olduğunu öğrenmişlerdir. Kim ne derse desin konu insan faktöründe düğümlenmektedir. Baksanıza monarşik İngiltere yazılı bir anayasası bile olmadığı halde gül gibi yönetilebilmektedir. Türkiye’ye ise adeta anayasa dayanmamaktadır. Zira hukuk içselleştirilmiş değildir. 1982’den beri delik deşik olan anayasanın orijinalinden neredeyse hiçbir şey kalmamıştır ama, yeni bir anayasa da çıkarılamamıştır. Tabii çok önemli bir konu da o ki; başkanlık sistemi bir takım çevrelerce “rejim sorunu” olarak görülmektedir. Hani şu Türkiye’deki “oligarklardan” bahsediyorum. Türkiye’deki bu “kurucu irade” halka dayanmadığı için Cumhurbaşkanlığı, asker, yargı, bürokrasi gibi kurumları bir emniyet sibobu olarak mutlak surette ve sürekli kendi uhdelerinde kalacağını hesabediyorlardı. Geçmişte kendilerine rağmen Cumhurbaşkanı adayı olanların kafasına silah bile dayamışlardı. Mevcut sistemin elbette işleyişten kaynaklanan pek çok sorunu vardır. Bu sorunlar zaman zaman çok ciddi maliyetler yükleyebiliyor ülkeye… Sorunlar tam bir kördüğüm oluyor. Çok temel milli meselelerde bile anlaşma sağlanamıyor. Çok ciddi tarihi fırsatlar altımızdan kayıp gidiyor. Örneğin 1990’lı yıllar böyle idi. Finalini 2001’de yaptı ve sonraki yıl yapılan seçimle Türkiye yeni bir döneme girdi. Bu süreç ezberleri alt üst etti. Kaleler bir bir düştü. Rüyada görseniz hayra yormayacağınız şeyler gerçek oldu. Statükonun temsilcileri ne yapsa kar etmedi. Tökezletti, yavaşlattı ama yaşanan değişimi durduramadı. Cin şişeden çıkmış, surda bir gedik açılmıştı bir kere… Oysa parlamenter demokrasiden başkanlık sistemine geçiş bir rejim değişikliği filan değildir. Demokrasinin sınırları içerisinde taşları yerinden oynatacak çok köklü bir reformdur. Bir sistem değişikliğidir, ancak kesinlikle bir rejim değişikliği değildir. Elbette dünyada parlamenter rejimler de vardır, başkanlık sistemleri de… Bu sistemlerin bulundukları ülkelerde sorunlar da yok değildir. Her iki sistem de tartışmaya açıktır. Ancak Türkiye’deki sistemin bir örneği, elbette gelişmiş ülkeler bakımından, mevcut değildir. Parlamenter rejimlerde kral, kraliçe, cumhurbaşkanı gibi devletin başındaki kişi ya da kurumun “ülkeyi temsil” dışında “koordinasyon” vazifesi de vardır ve bu durum iki başlılık oluşturmamaktadır. Düşünsenize İngiltere’de kraliçe hükümetlerin icraatlarına karşı çıksa neler yaşanır. Ama İngiltere kraliçenin nezdinde temsili de olsa hala birçok ülkeyi yönetmektedir. Bizde geçmişte de çift başlılık vardı bu dönemde de (Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği son dönemi kastediyorum) vardır. Geçmişteki örneklerini hatırlarsınız. Özal ile Akbulut ya da Mesut Yılmaz, Demirel’le Özal ya da Erbakan, Ahmet Necdet Sezer ile Ecevit ya da Erdoğan… Atama krizlerinden, anayasa fırlatma krizlerinden, temsil krizlerinden… bahsediyorum. Bugün uyumluymuş gibi gözüken hükümet de aslında tam bir çift başlılık potansiyeli taşımaktadır. Şimdilik belki tolere edilebilir. Zira Cumhurbaşkanı ve İktidar partisi benzer tabanlara hitap ediyor. Bir tarafta yetkisi gayet geniş bir cumhurbaşkanı, diğer yanda parlamenter rejimden gücünü alan hükümetin varlığı ileride, yaşanabilecek ciddi sorunlara gebedir. Mevcut durum fiili başkanlık  olarak da kabul edilebilir aslında… Zira güçlü liderliği olan, üstelik meclis iradesiyle değil, halkın iradesiyle “seçilmiş” bir cumhurbaşkanı iş başında… Partisi ise iktidar… 1982 anayasasının verdiği güçlü yetkileri kullanma noktasında çekinceli davranmayan Cumhurbaşkanı geçmişteki “teamül” ezberlerini de yıkmıştır. İfade etmekte fayda var; yine aynı anayasaya göre, Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır ve icraatlarından sorumsuzdur. Neredeyse hiçbir şekilde de yargılanamamaktadır. Ama bunun gelecekte de böyle olacağı garanti edilemez. Aslında daha yüz yıl önce bile bu halk bir başkan (padişah) tarafından yönetiliyordu. Atatürk ve İnönü’nün bir başkan olmadığını kim ileri sürebilir. Korkulan elbette “Türk Tipi” başkanlıktır ama bunun zaten de böyle olması gerekiyor. Zira her ülkenin değişkenleri birbirinden farklıdır. Sürekli ABD ve Fransa örnek verilir ama, Brezilya, Rusya, Kuzey-Güney Kıbrıs, Azerbaycan, Arjantin, Şili, Venezüella, Peru, Orta Asya Cumhuriyetleri, Afganistan, Endonezya, Ermenistan, Güney Kore, İran, Mısır… gibi bir dizi ülke de başkanlıkla yönetilmektedir. Bu ülkelerin hepsi de “kendi tipidir.” Elbette Esed gibi, Sisi gibi ya da ya da Afrika’daki bazı diktatörlükler başkanlık sisteminin örnekleri değildir. Çünkü bu ülkelerin hiçbirisinde gerçek bir seçim olmamıştır. Türkiye elbette ciddi sorunlarına rağmen yarım yüzyıldan fazladır sahip olduğu bir demokrasi deneyimine sahiptir. Bel altı pek çok kampanyaya rağmen, seçilmiş olanın meşruiyeti tartışılmamaktadır. İşte 7 Haziran seçimleri, işte 1 Kasım seçimleri… Eğer muhalefet anlaşabilseydi, 7 Haziranda iktidar değişebilirdi. Kimse de buna itiraz edemezdi. Başkanlık sistemine karşı çıkanların büyük korkusu o ki; bir daha ila nihaye iktidar yüzü göremeyecekler. Demokrasi bir tahakküm rejimi değildir. Elbette gücünü bir araya getirmiş kesimler iktidar olacaktır ama demokrasi zaten biraz da “çoğunluğun” rejimi değil midir? Globalleşen dünyada insanların eğitim düzeyleri bu kadar yükselmiş, sivil toplum kurumları önemli ölçüde oluşmuş, medya gücü dengelenmiş, milli geliri psikolojik sınırı aşmış bir Türkiye’de “fren-denge” sistemi kimsenin “diktatörleşmesine” yol açmaz. Elbette muhalefetin görüşleri önemlidir ama geçmişte birçok örnekte görüldüğü gibi muhalefet başaramayacağını bile bile kararların geçişini geciktirmek üzere önergeler vererek meclisi kilitlemiştir. Başkanlık bu kilidin de çözülmesi demektir. Başkan hiçbir şekilde tek adam değildir. Bir taraftan kamuoyu dengesi, bir taraftan da kurumsal dengeler vardır. Dünyanın yetki olarak da en güçlü lideri olan ABD’de başkan Obama 2013 yılında bütçeyi geçirememişti hatırlarsanız… Parlamenter rejim başkanlık sisteminin daha gelişmiş sonraki aşaması da değildir. Türkiye’de yukarıda da ifade edilen örnekler göstermektedir ki, hukukun içselleştirilememiş olması sorunların çözümünü yavaşlatmaktadır. Başkanlık sistemini, istişare kültürü zayıf toplumlar için hızlı karar almanın da bir yolu olarak düşünmek gerekir. Elbette bu tartışmalar demokrasinin kendi içerisindeki tartışmadan öte anlam taşımıyor. Winston Churchill’in “demokrasinin en iyi ikinci rejim” olduğu yönündeki görüşlerini önemsemek gerek…
Ekleme Tarihi: 21 Aralık 2015 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

BAŞKANLIK

Bir tartışmadır sürüp gidiyor; benim bildiğim tam çeyrek yüzyıldır. Zira 1989-93 yılları arasında kamu yönetimi eğitimi alırken de vardı bu tartışma… İkinci cumhuriyet tartışmalarına ek olarak. Görüldüğü kadarıyla sorun çözülemediği gibi, çözüleceğine dair kısa vadede bir ümit de yok. Malum; konu anayasa değişikliğini gerektiriyor ve iktidar partisi konuyu meclisten geçirecek bir çoğunluğa sahip değil… Uzlaşma mı dediniz? Türkiye bunu neredeyse hiçbir zaman başaramadı.

Siyaset bilimi dersinde demokrasi teorileri işlenirken, birbirine zıt iki görüşten hareket edildiğini hatırlıyorum. Kimi siyaset bilimciler demokrasinin bir “uzlaşma”, kimileri de “çatışma” olduğunu ileri sürmekte idi. Ama demokrasinin bir uzlaşma kültürü olduğu görüşü baskındı. Bunun toplumsal birlikte yaşama sözleşmesi olan anayasalardaki karşılığı ise “consensus”tür. Bir başka deyişle demokrasinin aslında bir “uzlaşma” olduğu konusunda bir “consensus”ten bahsedilebilirdi. Ama her nedense bizde “çatışma” tarafı dominanttır.

Demokrasi bundan böyle yeni bir aşamaya evrilir mi bilinmez ama Fransız devrimi sonrası “çoğunluğun” iradesi kutsanıyordu. Bir başka deyişle; eğer herhangi bir şekilde % 51 çoğunluk sağlanmışsa, geriye kalan % 49 bu iradeye boyun eğmek durumunda idi. Örneğin dünyanın başına gelmiş geçmiş en büyük bela olan Hitler çoğunlukçu demokrasinin egemen olduğu bir dönemde iktidar oldu. Belki de bu yüzden Winston Churchill demokrasiyi “berbat bir rejim” olarak nitelendirmişti. “Halkın kendi kendini yönetmesi” ise hiç bir zaman mümkün olmamıştır. Demokrasi yine de pozitif yönde gelişmiş, çoğunlukçu demokrasi süreç içerisinde yerini “çoğulcu” demokrasiye bırakmıştır. Bir başka deyişle artık iktidarlar gelişen sivil toplum ve medya gücü sayesinde “yapamayacağı” şeylerin de olduğunu öğrenmişlerdir.

Kim ne derse desin konu insan faktöründe düğümlenmektedir. Baksanıza monarşik İngiltere yazılı bir anayasası bile olmadığı halde gül gibi yönetilebilmektedir. Türkiye’ye ise adeta anayasa dayanmamaktadır. Zira hukuk içselleştirilmiş değildir. 1982’den beri delik deşik olan anayasanın orijinalinden neredeyse hiçbir şey kalmamıştır ama, yeni bir anayasa da çıkarılamamıştır. Tabii çok önemli bir konu da o ki; başkanlık sistemi bir takım çevrelerce “rejim sorunu” olarak görülmektedir. Hani şu Türkiye’deki “oligarklardan” bahsediyorum. Türkiye’deki bu “kurucu irade” halka dayanmadığı için Cumhurbaşkanlığı, asker, yargı, bürokrasi gibi kurumları bir emniyet sibobu olarak mutlak surette ve sürekli kendi uhdelerinde kalacağını hesabediyorlardı. Geçmişte kendilerine rağmen Cumhurbaşkanı adayı olanların kafasına silah bile dayamışlardı.

Mevcut sistemin elbette işleyişten kaynaklanan pek çok sorunu vardır. Bu sorunlar zaman zaman çok ciddi maliyetler yükleyebiliyor ülkeye… Sorunlar tam bir kördüğüm oluyor. Çok temel milli meselelerde bile anlaşma sağlanamıyor. Çok ciddi tarihi fırsatlar altımızdan kayıp gidiyor. Örneğin 1990’lı yıllar böyle idi. Finalini 2001’de yaptı ve sonraki yıl yapılan seçimle Türkiye yeni bir döneme girdi. Bu süreç ezberleri alt üst etti. Kaleler bir bir düştü. Rüyada görseniz hayra yormayacağınız şeyler gerçek oldu. Statükonun temsilcileri ne yapsa kar etmedi. Tökezletti, yavaşlattı ama yaşanan değişimi durduramadı. Cin şişeden çıkmış, surda bir gedik açılmıştı bir kere… Oysa parlamenter demokrasiden başkanlık sistemine geçiş bir rejim değişikliği filan değildir. Demokrasinin sınırları içerisinde taşları yerinden oynatacak çok köklü bir reformdur. Bir sistem değişikliğidir, ancak kesinlikle bir rejim değişikliği değildir.

Elbette dünyada parlamenter rejimler de vardır, başkanlık sistemleri de… Bu sistemlerin bulundukları ülkelerde sorunlar da yok değildir. Her iki sistem de tartışmaya açıktır. Ancak Türkiye’deki sistemin bir örneği, elbette gelişmiş ülkeler bakımından, mevcut değildir. Parlamenter rejimlerde kral, kraliçe, cumhurbaşkanı gibi devletin başındaki kişi ya da kurumun “ülkeyi temsil” dışında “koordinasyon” vazifesi de vardır ve bu durum iki başlılık oluşturmamaktadır. Düşünsenize İngiltere’de kraliçe hükümetlerin icraatlarına karşı çıksa neler yaşanır. Ama İngiltere kraliçenin nezdinde temsili de olsa hala birçok ülkeyi yönetmektedir.

Bizde geçmişte de çift başlılık vardı bu dönemde de (Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği son dönemi kastediyorum) vardır. Geçmişteki örneklerini hatırlarsınız. Özal ile Akbulut ya da Mesut Yılmaz, Demirel’le Özal ya da Erbakan, Ahmet Necdet Sezer ile Ecevit ya da Erdoğan… Atama krizlerinden, anayasa fırlatma krizlerinden, temsil krizlerinden… bahsediyorum. Bugün uyumluymuş gibi gözüken hükümet de aslında tam bir çift başlılık potansiyeli taşımaktadır. Şimdilik belki tolere edilebilir. Zira Cumhurbaşkanı ve İktidar partisi benzer tabanlara hitap ediyor. Bir tarafta yetkisi gayet geniş bir cumhurbaşkanı, diğer yanda parlamenter rejimden gücünü alan hükümetin varlığı ileride, yaşanabilecek ciddi sorunlara gebedir.

Mevcut durum fiili başkanlık  olarak da kabul edilebilir aslında… Zira güçlü liderliği olan, üstelik meclis iradesiyle değil, halkın iradesiyle “seçilmiş” bir cumhurbaşkanı iş başında… Partisi ise iktidar… 1982 anayasasının verdiği güçlü yetkileri kullanma noktasında çekinceli davranmayan Cumhurbaşkanı geçmişteki “teamül” ezberlerini de yıkmıştır. İfade etmekte fayda var; yine aynı anayasaya göre, Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır ve icraatlarından sorumsuzdur. Neredeyse hiçbir şekilde de yargılanamamaktadır. Ama bunun gelecekte de böyle olacağı garanti edilemez.

Aslında daha yüz yıl önce bile bu halk bir başkan (padişah) tarafından yönetiliyordu. Atatürk ve İnönü’nün bir başkan olmadığını kim ileri sürebilir. Korkulan elbette “Türk Tipi” başkanlıktır ama bunun zaten de böyle olması gerekiyor. Zira her ülkenin değişkenleri birbirinden farklıdır. Sürekli ABD ve Fransa örnek verilir ama, Brezilya, Rusya, Kuzey-Güney Kıbrıs, Azerbaycan, Arjantin, Şili, Venezüella, Peru, Orta Asya Cumhuriyetleri, Afganistan, Endonezya, Ermenistan, Güney Kore, İran, Mısır… gibi bir dizi ülke de başkanlıkla yönetilmektedir. Bu ülkelerin hepsi de “kendi tipidir.”

Elbette Esed gibi, Sisi gibi ya da ya da Afrika’daki bazı diktatörlükler başkanlık sisteminin örnekleri değildir. Çünkü bu ülkelerin hiçbirisinde gerçek bir seçim olmamıştır. Türkiye elbette ciddi sorunlarına rağmen yarım yüzyıldan fazladır sahip olduğu bir demokrasi deneyimine sahiptir. Bel altı pek çok kampanyaya rağmen, seçilmiş olanın meşruiyeti tartışılmamaktadır. İşte 7 Haziran seçimleri, işte 1 Kasım seçimleri… Eğer muhalefet anlaşabilseydi, 7 Haziranda iktidar değişebilirdi. Kimse de buna itiraz edemezdi. Başkanlık sistemine karşı çıkanların büyük korkusu o ki; bir daha ila nihaye iktidar yüzü göremeyecekler.

Demokrasi bir tahakküm rejimi değildir. Elbette gücünü bir araya getirmiş kesimler iktidar olacaktır ama demokrasi zaten biraz da “çoğunluğun” rejimi değil midir? Globalleşen dünyada insanların eğitim düzeyleri bu kadar yükselmiş, sivil toplum kurumları önemli ölçüde oluşmuş, medya gücü dengelenmiş, milli geliri psikolojik sınırı aşmış bir Türkiye’de “fren-denge” sistemi kimsenin “diktatörleşmesine” yol açmaz. Elbette muhalefetin görüşleri önemlidir ama geçmişte birçok örnekte görüldüğü gibi muhalefet başaramayacağını bile bile kararların geçişini geciktirmek üzere önergeler vererek meclisi kilitlemiştir. Başkanlık bu kilidin de çözülmesi demektir. Başkan hiçbir şekilde tek adam değildir. Bir taraftan kamuoyu dengesi, bir taraftan da kurumsal dengeler vardır. Dünyanın yetki olarak da en güçlü lideri olan ABD’de başkan Obama 2013 yılında bütçeyi geçirememişti hatırlarsanız…

Parlamenter rejim başkanlık sisteminin daha gelişmiş sonraki aşaması da değildir. Türkiye’de yukarıda da ifade edilen örnekler göstermektedir ki, hukukun içselleştirilememiş olması sorunların çözümünü yavaşlatmaktadır. Başkanlık sistemini, istişare kültürü zayıf toplumlar için hızlı karar almanın da bir yolu olarak düşünmek gerekir. Elbette bu tartışmalar demokrasinin kendi içerisindeki tartışmadan öte anlam taşımıyor. Winston Churchill’in “demokrasinin en iyi ikinci rejim” olduğu yönündeki görüşlerini önemsemek gerek…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.