Darbe 20. yüzyılın başında "oluşturulmuş" ülkelerin rutini... Sanayi devriminin başladığı 1700'lü yıllarda başlayan sömürge anlayışı halen devam ediyor ve Bu ülkeler de bu sürecin "kölesi..." O günden bu güne fark eden şey sadece sömürgeciliğin ve köleliğin şekli... O dönemde doğrudan orduyla işgal edilen ve kaynaklarına el konulup halkı köleleştirilen ülkeler 20. yüz yılla birlikte değişime uğradı. Zira halk tezgahı anlamış ve ayaklanmıştı. Ama bazen aradan 200 yıl geçtiği olmuştu. Pabucun pahalı olduğunu gören müstemlekeciler ordularını bu ülkelerden çektiler ve yerlerine müstemleke esnasında yetiştirdikleri "adamlarını" yerleştirdiler. Bunlar görünüşte o memleketin insanları idi. Her birini başka bir yöntemle hem de kendilerine karşı "kahraman" ilan ettiler. Doğrudan işgal edemedikleri veya etmeyi ekonomik bulmadıkları kimi ülkelerde de eski yönetimi iç işbirlikçilerin yardımıyla uzaklaştırdılar.
Yapılan gizli anlaşmalarla bu ülkelere şartlı ve kısıtlı bir "bağımsızlık" verdiler. Aslında bu, görüntüden başka bir şey değildi. Zira her ihtimale karşı iki tedbiri elden bırakmadılar: Bunlardan birisi küçük parçalara ayırdıkları bütün ülkelerin bir deniz sınırı olmasını önemsediler. Ola ki hesap dışı bir durum meydana gelirse müdahalenin kolay olmasını istediler. Irak örneğinde olduğu gibi... Yine aynı ihtimale karşı içeride yetiştirdikleri işbirlikçiler vasıtasıyla halkı sürekli baskı altında tuttular ve "hadlerini aştıklarında" yine içerideki "askerleri" vasıtasıyla te'dip ettiler. Bunun adı da darbedir. İşlerini kimi zaman kendilerine göbekten bağlı diktatörler vasıtasıyla yürüttüler. Bir çok Arap ülkesinde olduğu gibi... Kimi zaman da görünüşte var olan bir demokrasiyle, o ülkenin önceden ele geçirdikleri medya organları vasıtasıyla manipule ettikleri seçimlerle yönetimleri yine "adamlarına" teslim ettiler. Bir çok dönemde Türkiye'de olduğu gibi...
Bazen hesapları tutmadı da tabii… Adamlarının boğazına kadar yolsuzluğa battığı dönemlerde "illallah" diyen halk her şeyi göze alarak kendilerine daha yakın kişileri başa getirdiler. Halkı sakinleştirmek için kimi zaman da buna mecbur kaldılar. Ama durumu kompanse edecek müesseseler her ihtimale karşı hazır ve nazır bekletiliyordu. Eğer ola ki bu hükümetler sadece iktidar olmak değil aynı zamanda "muktedir" de olmak isterse gereğini yapmaktan da kaçınmadılar. Menderes ve Özal'da olduğu gibi...
Ön alma girişimlerini de elden bırakmadılar. Ele geçirdikleri diğer bir kurum olan yargı vasıtasıyla toplumsal tabanı "tehlike arz eden" partileri bir çırpıda kapatı-kapatıverdiler. O ülkede açılmış olan derin yaraların herhangi bir önemi yok elbette. Köleler bedel ödemeye mahkum doğal olarak... Kendileri ve kontrol ettikleri ülkelerdeki ağababaları "küçük bir mutlu azınlık" (oligarşik düzen) oluştururken, geniş halk kitlelerinin tepesinden demoklesin kılıcını indirmediler. Ne zaman seslerini yükseltseler tepelerine vuruldu ve hadleri bildirildi.
Eğer konu kurumsallaşmışsa ülkedeki işbirlikçiler, ki bunlar genellikle medya ve görünüşteki sivil toplum örgütleriydi, (28 Şubat Sürecindeki beşli çete gibi), derhal harekete geçirildi ve önceden oluşturulmuş korku paranoyası etkinleştirildi... İrtica tehdidi gibi... Eğer bunlar da yeterli gelmezse son çare olarak askeri devreye koydular ve darbeyi indirdiler... Gerisi kolay tabi, göstermelik yargılarsınız, arkasından da idam edersiniz olur biter. Kimsenin de gıkı çıkamaz. Askerleri de kurtarıcı kahraman ilan ettikten sonra halk bir on yıl kendine gelemez hale dönüştürülür. O yüzden on yıllık aralıklarla bu darbenin vurulması adeta "teamül" halini almıştır.
Tabii darbeler de zaman içerisinde ihtiyaca göre şekil değiştirdi. Zira her seferinde aynı yöntemi kullanmak deşifre ediyordu darbecileri... Halk nezdindeki derin tepki önü alınmaz sonuçları beraberinde getirebilirdi. Bunun örneği de yok değildi hani... Düşünsenize 1960 darbesinin bir benzeri olan 1980 darbesinden sonra gelen hükümeti bertaraf etmek ağır maliyetlere yol açmıştı, ama başarmışlardı. İtibarsızlaştırılan lider en sonunda özel yöntemlerle ortadan kaldırılmıştı. Hem de tereyağından kıl çeker gibi. 20 sene kimsenin ruhu bile duymadı. 20 sene sonraki çabalar da Türkiye'nin derin gündemi kurban edilmişti.
Ama dönemin izleri de kalmadı değil. Zira artık "surda bir gedik açılmıştı" Kahpe rüzgarın ne taraftan estiğinin bir önemi kalmamıştı. Cin şişeden çıkmıştı. "Elebaşının" işini bitirmişlerdi ama mirasçıları halk tabanında darbecilere ve onun ağababalarına korku salmaya başlamıştı. Artık dünya iki kutuplu olmaktan da çıkmıştı. Ellerindeki en önemli koz "komünizm" tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerini almıştı. Anadolu insanı şehirlere göçmüş, üniversiteler okumuş, belediyeler vasıtasıyla da olsa devlet tecrübesi edinmeye başlamıştı... "Elebaşı" dünyadaki değişimi gerekçe göstererek basındaki devlet tekelini kaldırmış, amatörce başlayan radyo televizyon yayınları uydulara kadar çıkmıştı. Bu yüzden "ona" karşı çok kızgındılar. Dünyadaki değişim ve bilinçlenen halk artık darbenin bilindik yöntemle yapılmasına izin vermiyordu. Yeni bir kılıf bulmak gerekiyordu. Dünya değişirken onlar hep aynı kalacak değillerdi ya... Ve bunu da yaptılar... Yeni darbenin adı 28 Şubat Post modern darbesi idi... Öyle ya boş yere hazırlamamışlardı onca yıl müesseseleri... Bu günler için lazımdı ve el birliğiyle bir "tehlike" daha bertaraf edilmişti.
Edilmişti edilmesine ama boğazına kadar yolsuzluğa batmış olan darbeciler malı götürürken küt diye hiç tahmin etmedikleri kocaman bir doğal felaket kafalarına taş gibi düştü. Hatta bir rivayete göre dışarıdaki işbirlikçilerle birlikte post modern darbenin kutlamasını yaparken deniz üssünde; olacak ya "tesadüfen" depremin merkezi tam da onların kutlama yaptıkları yerdi. Yabancı ağa-babalarla yerli işbirlikçiler birlikte toprağın ve kabaran denizin altında kalarak yerle yeksan olmuşlardı. Tesadüf işte...
Deprem ne kelime... daha büyük bir felaket bekliyordu darbeci ve sivil işbirlikçilerini... 28 Şubat sürecinde işledikleri haltlar yavaş yavaş "meyvesini" vermeye başlamıştı. Kurulan paravan bankalar tek tek batmaya başlamış, başbakanla cumhurbaşkanı kanlı bıçaklı olmuştu. 28 Şubat süreci sonrası dış güçlerin kontrolündeki basının pompalaması sonucu; artık bütün ümidini yitirmiş bir parti ABD’nin idam edilmemek kaydıyla teslim etmesiyle birlikte puzzle tamamlanmış ve yeni bir hükümet teşkil edilmişti. Yine başarmışlardı.
Kafasına vurulan halk artık köylerinden çıkmış, ben de varım demişti. Artık mızrak çuvala sığmıyordu. Hakim güçlerin bir taviz daha vermeleri gerekiyordu. Eğer barajın önünü açmazlarsa durum çok fena olacaktı. Tabandan gelen baskıyı "zaman kazanmak için" göğüslemek zorunda kaldılar. Amerika'dan ithal ettikleri ve o zamana kadar adı duyulmamış "ekonomist" ülkeyi IMF'ye bağlayıp, nefes almasına yardımcı olduysa da aralarındaki kavganın ayyuka çıkması ve koalisyon ortaklarından birinin ayağını kaydırma planı, daha ömrünün yarısından biraz fazlasını tamamlamışken seçime gitme mecburiyeti doğurdu.
Alttan alta gelişen halk hareketi partileşmişti bile... Belki tahmin etmiyorlardı ama, 2.5 yıl sonraki seçime katılmak üzere oluşturulan parti, kendisini daha bir yaşını doldurmadan seçim sathı mahallinde buldu. Kim bilir, erken seçim belki de "sezinledikleri tehlikeyi" bertaraf etmeye dönüktü. (Komplo teorisinin havalarda uçuştuğu zamanda bir tane de bizden olsun). Ne kadar uğraştılarsa olmadı. Halk tasfiye etmişti darbecileri ve darbe sonrası oluşan sanal politikacıları... Ama bedelin bu kadar ağır olacağını tahmin edemediler. Yine eski yöntemlerle ön alacaklarını, halkı sindireceklerini düşündüler. Çok değil seçimden altı ay sonra da darbe planları yapmaya başlamışlardı. Ama halk bir daha aynı delikten ısırılma niyetinde değildi.
Darbe planları bir tarafa, eski alışkanlıklarından diğer birini daha devreye soktular. Bu en tehlikeli ve kuvvetli darbe olacaktı.: Parti kapatma davası... Hep onlar önlem alacak değildi ya... Bu sefer de Anadolu çocukları önlem almıştı. Darbecilerin bu klasik ayak oyununu bilen Anadolu insanının Meclisteki çoğunluğu, anayasayı değiştirerek işbirlikçilerin "kılıfına uydurulmuş" yeni darbe planını suya düşürdüler.En büyük tehlike atlatılmıştı. Eş zamanlı olarak başlatılan darbe soruşturmalarıyla psikolojik üstünlük Anadolu çocuklarının eline geçmişti. Artık darbeciler kendilerini kurtarma derdine girmişti. Bir bir ortaya konan kirli planlar hepsinin kodese konmasıyla sonuçlanmıştı. Bunu hiç hesap etmemişlerdi. Öyle ya onlar bu ülkenin kurucusu ve sahibiydi. Her kim gelirse gelsin onların iktidarından eksilen bir şey yoktu. Ama bu sefer böyle olmadı. Kefeniyle gelen Anadolu çocukları pek gözü pek çıkmıştı. İçeriden de gelen dışarıdan da gelen "höt" seslerine aldırış etmedikleri gibi kulaklarından tuttukları gibi demir parmaklıkların arkasına gün saymak üzere paketlenmişlerdi.
Dünya kamuoyu önünde popülaritesi artan bir Türkiye, ekonomik olarak da "mucizeler" oluşturunca, her seçimde artan desteğiyle Anadolu çocuklarının kurduğu parti % 50'lere dayanmıştı. Türkiye'nin el pençe duran liderleri bir tarafa Kasımpaşalı bütün dünya kamuoyu önünde, her şeyini bölgede Türkiye'ye borçlu olan İsrail'in Cumhurbaşkanını paylamış, muhataplar gıkını bile çıkaramamıştı. Öç almaya dönük sonraki süreçteki ataklarından dolayı da üstelik özür dileyip tazminat ödemek zorunda kalmışlardı.
Artık onlar da anlamıştı ki, yeni ve tamamen farklı bir yöntem bulmaları gerekiyordu. Stepnede beklettikleri ne güneydi. Öyle ya boş yere mi büyütüp beslemişlerdi bu güne kadar. Yıllarca yedekte beklettikleri "ılımlı, barışçı, dünyaya açılmış ve diyaloğa açık İslam anlayışını" halk planlarını anlayıp, boşa çıkarınca devreye koymanın zamanının geldiğini anlamışlardı. Yiğit Anadolu halkı bu sefer sadece adı değil yaşantısı da "onlardan" gözüken bu kişilerin kullanımına terk edilmişti. Kim bilir bunu anlayıncaya kadar kaç yıl geçecekti.
Olayın bir de siyasi boyutu var tabii. Malum "burası Türkiye..." Burada adrenalin yüksek... Neredeyse sürekli olağanüstü gündemimiz var. O kadar alıştık ki ülke gündemini sarsan büyük olaylar "vaka-i adi"den oldu. Aynen Suriye'de Irak'ta bombalı saldırılarda kırk kişi, elli kişi, altmış kişi, yüz kişi hatta "bin" kişi öldüğü haberlerini duyduğumuz gibi (Irak'ta bir Haz Ali'nin anma gününe katılan kişilere düzenlenen bombalı saldırıda bin kişi öldüğünü hatırlıyorum). Ama bir batı ülkesinde, ABD'de, İngiltere'de, Fransa'da küçük bir saldırı bile günlerce haber olabiliyor. (Hatırlar mısınız iki kişi İngiltere'de bir askeri bıçaklamış ve öldürmüştü, günlerce konuşuldu). ABD ve İsrail ölen vatandaşlarının öcünü almak için savaş açıyor. İşte Öyle bir şey...
Türkiye; üzerinde sürekli planların yapıldığı, güçlendiğinde neleri başarabileceğini geçmişte ve günümüzde ortaya koymuş "misyonlu" bir ülke... Ve Türkiye’de hükümet olunuyor ama "iktidar-muktedir" olunamıyor. Bu bütün Cumhuriyet döneminde böyle oldu. "İktidar-muktedir" olmaya çalışanlar ise bedelini ağır ödüyorlar. Yani Türkiye'de aslında iki adet "iktidar" var. Bunlardan birisi bildiğimiz iktidar, yani hükümetler... Bir diğeri ise dokunulmazlığı olan, bildiğimiz anayasa ve yasa ile bağlı olmayan "kırmızı kitaplarda" "kara kitaplarda" var olan hükümlere göre bir misyonu yerine getiren ve esasen uluslar arası bir üst kurulun yönettiği gizli hükümet yani derin devlet... Asıl söz sahibi yani "iktidar-muktedir" de bu yapı...
Bunu kim yönetiyor diyorsanız, merak etmeyin içeride de dışarıda da gönüllü işbirlikçileri var: Bu işbirlikçilerin kimisi asker, kimisi polis, kimisi iş adamı örgütü, kimisi medya patronu, kimisi siyasi parti, kimisi "sivil toplum örgütü", kimisi sağcı, kimisi solcu, kimisi yasa dışı örgüt mensubu, kimisi "sıradan saf vatandaş," kimisi milliyetçi, kimisi ulusalcı, kimisi demokrat, kimisi liberal, kimisi "muhafazakar" ve kimisi maalesef ve maalesef zaman zaman "hepimiz..." Elbette bu saydıklarımın ve daha fazlasının muhiblerinin ezici çoğunluğu olayın farkında değil... Aşkla şevkle hatta ibadet aşkıyla gecesini gündüzüne katarak, dişini tırnağına takarak, ailesini ihmal etme adına büyük bir gayretle ve "hizmet" duygusuyla çalışmaktalar.
Çoğu zaman bunlar kendi aralarında da düşmandırlar. Sadece milletten yana, bu milletin tarihi misyonunu üslenen, kazara iktidar olan ve derin devleti sorgulamak bir tarafa bir de yargılama girişimlerinde bulunduklarında, bu gruplar arasında "kirli ittifaklar" kurulabilmekte... TÜRKİYENİN SON SÜREÇTE YAŞADIĞI BU SÖYLEDİĞİMİZDEN FARKLI BİR ŞEY DEĞİL... SİVİL DARBE GİRİŞİMİ YANİ...