Başbakan Ahmet Davutoğlu, ister kendi, ister başkasının isteğiyle istifa etsin. Erdemli bir davranış sergiledi. Kırgın olduğu belli ama küs olmadığını ifade etti. Bir bayrak yarışıdır dedi. Nefsine hakim oldu, ihtirasına yenilmedi. Hem partiyi hem siyaseti hem ekonomiyi asıl olan da devleti bir kaos ortamına sürüklemeden genel başkan olduğu partiyi olağanüstü kongreye götürüyor hem de “22 Mayıs’ta AKPARTİ genel başkanlığına aday olmayacağım” dedi. Genel başkanlıktan ve başbakanlıktan ayrıdı. Cumhuriyet tarinde bir ilk.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, muhalefet liderlerine hem de koltuğa yapışıp kalanlara güzel hem de çok güzel bir ders verdi. Sonuçta fitne, fesat, yalan, iftira, kıskançlık ve kibir gibi tohumların ekilmesine müsaade etmedi. Genel başkanlıktan ve başbakanlıktan ayrılırken eğitici ve birleştirici özelliğini ortaya koydu. Her şeyden önce devletini düşündü…
Değerli okuyucularım, geçmişte devletimizin şahit olduğu tepedeki kavgaların fitne, fesat ve iftiralara nasıl yol açtığını hatırlamaya çalışalım…
1990’lı yılların başında Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Başbakan Süleyman Demirel arasındaki bir olayı nakletmek istiyorum.
Karadeniz Ekonomi İşbirliği Toplantısı için komşu devletlerin başbakanları ve Cumhurbaşkanları Türkiye’ye gelecek. Her zaman olduğu gibi misafirleri, ev sahibi sıfatıyla Cumhurbaşkanı Turgut Özal karşılaması gerekiyordu. Süleyman Demirel ise,
- Hayır, olmaz ben karşılayacağım.
- Teamül gereği Cumhur Başkanı, karşılar.
Bu tartışmaya medya da katıldı. O kadar katıldı ki irtica ve laik kelimelerini, havada birbirleriyle kavga ettirdiler. Yerde ise işçilerin, memurların, çiftçilerin ellerinden ekmek alındı. Ekonomide kriz belirtileri başladı. Birileri ünvan aldı, makam sahibi oldu. Birileri ünvanını ve makamını kaybetti. Durumu gören Turgut Özal,
- Toplantıya katılayım, açılış konuşmasını yapayım daha sonra ayrılırım.
Demirel, acımasız ve sert siyasetini ortaya koyarak…
- Olmaz.
Nihayet Turgut Özal, tepede yapılan kavganın ekonomiye zararı vardır anlayışıyla toplantıya katılmadı....
"Dindarların laikleri ötekileştirdiği ve üzerlerinde baskı kurduğu" iddiasını "mahalle baskısı" adıyla tartışırken, tam tersi bir örnek gündeme geldi.
“Emekli paşalar arasında bir söz düellosu patlak verdi. Tartışılan konu, Ordu’nun yüksek komuta kademesinde, emir-komutanın da devreye sokulduğu mahalle baskısıydı. Hadise iki açıdan temsil edici. Birincisi alkollü içki tüketmenin, laik olmanın ön şartı olarak kabul edilmesi. Eski Genelkurmay başkanlarından Kıvrıkoğlu, halefi Hilmi Özkök`ü engellemeye çalışıyor. Gerekçesi laiklik konusunda yeteri kadar hassas olmaması. Kıvrıkoğlu`nun Özkök hakkında böyle bir kanaati var. Mahkûm olan ve rütbeleri sökülen eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil`in gündeme getirdiği olay da, güya Hilmi Özkök`ün "laiklik zaafına dair. Bu zaafın göstergesi olarak nakledilen "mahalle baskısı", ikinci temsil edici örnek. Kıvrıkoğlu Özkök`ü, şarap içmediği için azarlıyor, garsona dönüp, "Oğlum şuradan bir şarap getir. Hilmi de doğru dürüst içki içsin" diyor.
Tartışma Türk Silahlı Kuvvetleri`ni doğal olarak rahatsız etti ve bu rahatsızlık "resmen" ifade edildi. Bir eski komutanın, "İhaleye fesat karıştırmak" suçuyla kendisini mahkemeye gönderen eski komutanı laiklik üzerinden suçlamaya kalkması, aslında bir yığın fuzulî laiklik tartışmasına da ışık tutuyor. Bu kavgaya noktayı, Hilmi Özkök Radikal`den Murat Yetkin`e gönderdiği "savunma" ile koydu. Bu savunma çok önemli ve anlamlı. Çünkü bir eski komutan kendi askerlik onurunu korurken, çok önemli kurumsal eleştirilerde bulunuyor. Özkök`ün savunması, 28 Şubat süreci, asker-siyaset ilişkisi ve generallerin hükümete müdahaleleri gibi çok kritik sorunlara, ordunun en tepesinden güçlü bir ışık tutuyor.
Özkök, kendisinin 28 Şubat dönemi komutanları gibi hükümetle kavga etmediği için eleştirildiğini söylüyor. Bir Genelkurmay Başkanı, hükümetle kavga etmediği için diğer komutanlar tarafından suçlandığını ifşa etmiş oluyor. Silahlı Kuvvetler bünyesinde hükümetle kavga etmeyi doğal kabul etmenin ötesinde, aksi durumu kabullenemeyen bir anlayışın egemen olduğunu açıklıyor. Özkök kavga etmemesinin gerekçesini, "Halkımı, ekonomiyi, dış politikalarımızdaki dengeleri olumsuz etkilemekten kaçınma..." olarak sıralıyor. Özkök`ün, savunması tersinden okununca, bu hassasiyete sahip olmayanların baskısı öne çıkıyor.
Hilmi Özkök`ün, 28 Şubat`ı değerlendirdiği şu satırlar, mutlaka özenle not edilmeli: "Ben iyi niyetlerle ne yapıldığını, kimleri göndermekle kimlerin yollarının asfaltlandığını gördüm. Evvelki olayları incelediğimde asker elinin dokunmasının siyasetçiler için ne kadar `hayırlara vesile` olduğunu öğrendim. Bu nedenle benim tarzım farklı oldu.
Ben ulusun bütün dinamiklerinin harekete geçmesinin ve yapılacak işin, yapması gerekenler tarafından yapılmasının daha doğru olacağını değerlendirerek hareket ettim. Demokrasinin erdemine, onun zor, ama çok güvenli bir yol olduğuna daima inandım."
Hilmi Özkök, onurlu bir asker. Savunmasının her satırında mesleğinin onurunu yücelten, yüksek bir sorumluluk anlayışını öne çıkaran bir askerin ahlaki prensiplerine bağlılığı görülüyor. Hareket noktası duygusal; ama sürdürdüğü muhakeme tamamıyla akıl ve mantık üzerine kurulu. Hilmi Özkök`ün, çizdiği sınırların dışına çıkan bir ordunun, ülkesinin çıkarlarını savunması ve koruması imkânsız. Enerjisini siyasete müdahaleye, siyasetçilerle kavgaya harcayan bir ordu sadece "paşaların kavgasına” sahne olur.
Bu tartışmanın bir ucunda, yolsuzluktan mahkûm olup rütbeleri sökülen bir eski Oramiral var. Bu eski amiral, bu onurlu komutana, şarap içmediği gerekçesiyle "laiklik karşıtlığı" imasında bulunuyor. Diğer tarafta kendisini istemeyen selefi Kıvrıkoğlu var. Kıvrıkoğlu, "Özkök`ü istemiyordum. Ben 2 yıl kendisini komutan olarak izledim. Bunun sonucunda da irtica ile mücadeleyi daha iyi yapacak birinin gelmesini istedim." demişti. Özkök`ün savunması bu "irtica ile mücadelenin "hükümete müdahale ve siyasetçilerle kavga" anlamına geldiğini gösteriyor.
Hilmi Özkök`ün, savunması, askerlik onuruna dair güçlü bir retorik metni olarak her askerin başucunda durmalı.”
Büyüklerin, güçlerini korumak ve yönetimde söz sahibi olmak için yaptıkları kavgalardan halkımız, ekonomi ve dış politika zarar görüyor. Faturayı da biz ödüyoruz… Saygılarımla…
Gelişmiş ülkelerde devlet başkanı, başbakan, genelkurmay, mit, emniyet gibi kurumlar uyum içinde oldukları için hem ekonomileri gelişmiş hem de dünyada saygın bir konuma gelmişlerdir. Yapılan işlerin yanlış olup olmadığını tartışma yerine kavgaya dönüştürürsek, faturayı halk olarak biz öderiz.
Ekonomiyi zarara uğratmayacak, faturayı halka ödetmeyecek şekilde, ülkenin dışarda saygınlığını sarsacak eylemlerden de kaçındıkları için Eski Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’a, Genel Kurmay Eski Başkanı Hilmi Özkök’e bugün de Başbakan Ahmet Davutoğlu’na selam ve saygılar…