Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

DİNAMİT...

Son zamanlarda şöyle bir izlenim edindim: Herkes için geçerli olmasa da evlilik ve aile bir müessese, bir çatı değil, bir sözleşme ve gelir kapısı sanki... Daha çok da kadınlar için söz konusu... Erkekler de cevap vermeye başladı... Kadın; kendisini geçindirecek bir geliri olduğunda evlenmek bile istemiyor. Yine kadın; herhangi bir şekilde sonradan gelir sahibi olmuşsa ayrılmak istiyor. Veya ayrılmak zorunda kalmışsa erkeği nafakaya mecbur bırakarak bir ömür boyu topuma yük oluyor. Kimileri de nafaka almak için; boşanmak üzere evleniyor adeta... Bunun örnekleri de yok değil… Diğer kimileri de eğer herhangi bir şekilde eşi vefat etmişse ve kendisine dul ve yetim aylığı bağlanmışsa, hiç bir şekilde ikinci evliliğini yapmıyor. Evin reisi olması gereken (şimdilerde yasal olarak öyle de değil) erkek bu durumda evlenmekten korkuyor doğal olarak... Oysa aile iyi ve kötü günde dayanışmayı, paylaşmayı gerektirir. Şunum eksik diye evi terkeden bir aile ilişkisi olabilir mi hiç... Ya da mesela engelli bir çocuk doğurmuşsa… Sadece aileyi değil, kendi doğurduğu çocuğunu bile terkedebiliyor. Reisliği elinden alınmış ve onuru kırılmış, rencide edilmiş bir erkek de evlenmekten, ev-aile sahibi olmaktan korkuyor doğal olarak... Evlenin, aile kurun en az üç çocuk sahibi olun demek yetmiyor tek başına... Bunların samimiyetsiz olduğunu düşünmüyorum tabii... Öyle Avrupa Birliğinde şöyle, çağdaş dünyada böyle demekle olmaz. Düşünsenize; yasadan-yönetmelikten habersiz, kimbilir gerçek yaşı bile bilinmeyen, ailelerinin rızasıyla evlenmiş bir erkek yaşı küçük diye çol-çocuğundan ailesinden koparılabiliyor. Üstelik tecavüzcü ilan edilerek hapse atılıyor. Anne ve babasına rağmen; 18 yaşını doldurdu diye evden kaçan ya da böyle bir duruma babasının tepkisinin (şiddet de olabilir) cezalandırıldığı bir sistem, (İslam’ın tanımladığı şekliyle) zinayı saymıyor. Hiç kimse de bunun sebepleri üzerinde durmuyor. Oysa bu bir toplumsal değer kaybıdır. Sürekli yeni imar ve bayındırlık peşindeyiz. Ama konu ailenin imarı olunca herkes sınıfta kalıyor. Düşünsenize; çok iyi binaları, gelişmiş labaratuvarları olan bir üniversite var, ama bu labaratuvarları kullanacak insan yok. Ya da bu üniversitede bilimsel üretim adına hiç bir şey yapılmıyor-yapılamıyor ya da yapılmasının önüne engeller döşeniyor. En iyi teknolojiler sizin olsa insanı ihmal etiğinizde ne işe yarar ki bunlar… Nitekim insanı sadece üretişi birim olarak gören Hitler bu sayede en üstün teknolojileri üretmişti. Ama hem milyonları, hem de kendisini yok etti. Ne kadar, kaç nesil devam ettirbilirsiniz bu durumu… Aile ilişkisini gözardı eden, merkeze kurumları değil kişileri alan Batı bu konuda da sınıfta kaldığını farketti. İnsanı ‘bireysel özgürlük’ kişisel tercih’ ya da ‘cinsel özgürlük’ merkezli tanımlamalarının getirdiği derin tahribatı telafi derdine düştü. Oysa özgürlük kavramının kafamızda neyi canlandırdığı son derece önemlidir. Mesela toplumsal değerler yokmuş gibi davranmak özgürlük olarak nitelendirilebilir ama, bugün tıbben hasta olarak tanımlanıyor (sosyopati)... Zira; ölçüsüzlük özgürlük değildir. Cinsel özgürlük bir yandan nesil emniyetini tehdit etmekte, bir yandan da nüfus dengesini bozmaktadır. Zira insana dair olan anne ya da babalığı, yani aile kurumunu aşındırmaktadır. Kutsallaştırılan ve fıtri sınırlarının dışına çıkan ve sadece gözüken yüzüyle değerlendirilen özgürlük çocuk yapma ya da aile kurma gibi bir sorumluluğu ortadan kaldırmaktadır. Zira devre dışı kalan fıtri duygu, çocuğu da kocayı da karıyı da anlamsız bir noktaya taşımaktadır. Her biri bir yük ve ayak bağıdır. İlham kaynağımız olan batı düşüncesinin beş duyunun ötesine 'kurumsal' olarak geçememiş olması kısa dönemde fayda sağlıyormuş gibi gözükmesine rağmen, uzun dönemde önü alınmaz, geri dönüşü fevkalade maliyetli, hatta imkansız sonuçlara yol açmaktadır. Örneğin çevre sorunları böyledir. Zira kapitalist bir anlayışla makbul (özgür) insanın tüketen insan olarak tanımlanması, fıtri düzene müdahale anlamına gelmektedir. Allah'ın kurduğu düzen olan sünnetullahın bir gereği olarak ise sebep sonuç ilişkisi bağlamında bozulan düzen kimi zaman ağır maliyetleri gerektirmekte, kimi zaman ise dönüşü mümkün olmayan noktaya evrilmektedir.
Ekleme Tarihi: 04 Mayıs 2020 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

DİNAMİT...

Son zamanlarda şöyle bir izlenim edindim: Herkes için geçerli olmasa da evlilik ve aile bir müessese, bir çatı değil, bir sözleşme ve gelir kapısı sanki... Daha çok da kadınlar için söz konusu... Erkekler de cevap vermeye başladı... Kadın; kendisini geçindirecek bir geliri olduğunda evlenmek bile istemiyor. Yine kadın; herhangi bir şekilde sonradan gelir sahibi olmuşsa ayrılmak istiyor. Veya ayrılmak zorunda kalmışsa erkeği nafakaya mecbur bırakarak bir ömür boyu topuma yük oluyor. Kimileri de nafaka almak için; boşanmak üzere evleniyor adeta... Bunun örnekleri de yok değil… Diğer kimileri de eğer herhangi bir şekilde eşi vefat etmişse ve kendisine dul ve yetim aylığı bağlanmışsa, hiç bir şekilde ikinci evliliğini yapmıyor.

Evin reisi olması gereken (şimdilerde yasal olarak öyle de değil) erkek bu durumda evlenmekten korkuyor doğal olarak... Oysa aile iyi ve kötü günde dayanışmayı, paylaşmayı gerektirir. Şunum eksik diye evi terkeden bir aile ilişkisi olabilir mi hiç... Ya da mesela engelli bir çocuk doğurmuşsa… Sadece aileyi değil, kendi doğurduğu çocuğunu bile terkedebiliyor. Reisliği elinden alınmış ve onuru kırılmış, rencide edilmiş bir erkek de evlenmekten, ev-aile sahibi olmaktan korkuyor doğal olarak...

Evlenin, aile kurun en az üç çocuk sahibi olun demek yetmiyor tek başına... Bunların samimiyetsiz olduğunu düşünmüyorum tabii... Öyle Avrupa Birliğinde şöyle, çağdaş dünyada böyle demekle olmaz. Düşünsenize; yasadan-yönetmelikten habersiz, kimbilir gerçek yaşı bile bilinmeyen, ailelerinin rızasıyla evlenmiş bir erkek yaşı küçük diye çol-çocuğundan ailesinden koparılabiliyor. Üstelik tecavüzcü ilan edilerek hapse atılıyor. Anne ve babasına rağmen; 18 yaşını doldurdu diye evden kaçan ya da böyle bir duruma babasının tepkisinin (şiddet de olabilir) cezalandırıldığı bir sistem, (İslam’ın tanımladığı şekliyle) zinayı saymıyor. Hiç kimse de bunun sebepleri üzerinde durmuyor. Oysa bu bir toplumsal değer kaybıdır.

Sürekli yeni imar ve bayındırlık peşindeyiz. Ama konu ailenin imarı olunca herkes sınıfta kalıyor. Düşünsenize; çok iyi binaları, gelişmiş labaratuvarları olan bir üniversite var, ama bu labaratuvarları kullanacak insan yok. Ya da bu üniversitede bilimsel üretim adına hiç bir şey yapılmıyor-yapılamıyor ya da yapılmasının önüne engeller döşeniyor. En iyi teknolojiler sizin olsa insanı ihmal etiğinizde ne işe yarar ki bunlar… Nitekim insanı sadece üretişi birim olarak gören Hitler bu sayede en üstün teknolojileri üretmişti. Ama hem milyonları, hem de kendisini yok etti. Ne kadar, kaç nesil devam ettirbilirsiniz bu durumu…

Aile ilişkisini gözardı eden, merkeze kurumları değil kişileri alan Batı bu konuda da sınıfta kaldığını farketti. İnsanı ‘bireysel özgürlük’ kişisel tercih’ ya da ‘cinsel özgürlük’ merkezli tanımlamalarının getirdiği derin tahribatı telafi derdine düştü. Oysa özgürlük kavramının kafamızda neyi canlandırdığı son derece önemlidir. Mesela toplumsal değerler yokmuş gibi davranmak özgürlük olarak nitelendirilebilir ama, bugün tıbben hasta olarak tanımlanıyor (sosyopati)... Zira; ölçüsüzlük özgürlük değildir.

Cinsel özgürlük bir yandan nesil emniyetini tehdit etmekte, bir yandan da nüfus dengesini bozmaktadır. Zira insana dair olan anne ya da babalığı, yani aile kurumunu aşındırmaktadır. Kutsallaştırılan ve fıtri sınırlarının dışına çıkan ve sadece gözüken yüzüyle değerlendirilen özgürlük çocuk yapma ya da aile kurma gibi bir sorumluluğu ortadan kaldırmaktadır. Zira devre dışı kalan fıtri duygu, çocuğu da kocayı da karıyı da anlamsız bir noktaya taşımaktadır. Her biri bir yük ve ayak bağıdır.

İlham kaynağımız olan batı düşüncesinin beş duyunun ötesine 'kurumsal' olarak geçememiş olması kısa dönemde fayda sağlıyormuş gibi gözükmesine rağmen, uzun dönemde önü alınmaz, geri dönüşü fevkalade maliyetli, hatta imkansız sonuçlara yol açmaktadır. Örneğin çevre sorunları böyledir. Zira kapitalist bir anlayışla makbul (özgür) insanın tüketen insan olarak tanımlanması, fıtri düzene müdahale anlamına gelmektedir. Allah'ın kurduğu düzen olan sünnetullahın bir gereği olarak ise sebep sonuç ilişkisi bağlamında bozulan düzen kimi zaman ağır maliyetleri gerektirmekte, kimi zaman ise dönüşü mümkün olmayan noktaya evrilmektedir.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.