Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

MONŞER DİPLOMASİSİ

Doğrusu dış politika, ihmali en az tolere eden alanlardan birisidir. Belki de bu yüzden bazı ülkelerin başbakanlarından cumhurbaşkanlarından daha fazla tanınıyordur dışişleri bakanları… Bu biraz da ilgili ülkenin bölgesel-global etkinliğine bağlı tabii ki… Elbette dışişleri bakanları; bürokratları, daha spesifik tanımla diplomatları vasıtasıyla yürütüyor politikalarını… Malum, diplomasi anlaşmazlıkların barışçıl yolla çözümünü esas alır. Savaşın zıttıdır bir başka deyişle… Hani atalarımız demiş ya; insanlar konuşa konuşa anlaşır diye, işte tam onun uluslararası adıdır diplomasi... Birleşmiş Milletler de bu maksatla kurulmuştur; küresel ya da bölgesel sorunların diplomasi yoluyla çözümlenmesi, bir başka deyişle yıkım anlamına gelen savaşların yeniden çıkmasını önlemek için… Ne kadar başarılı olduğu tartışılır elbette… Mesela bizim Kıbrıs sorunu öylesine duruyor yıllar yılı… Elbette bu örgüt II. Dünya Savaşı sonrası şekillenen yeni dünya düzeni etrafında kurulmuştur. Hani der ya Cumhurbaşkanımız; dünya beşten büyük diye… onu kastediyorum. Savaşlar birden bire çıkmıyor elbette… Küçük küçük ayak sesleri geliyor önce (bölgesel çatışmalar gibi) ve gerilen ilişkiler adeta bir kıvılcıma bakıyor. Her iki dünya savaşı öncesi de bu türden çatışmalar yaşanmıştı. Büyük ülkelerin savaşa girmesi ise bilinen yıkımı getirdi. Elbette bütün ülkeler biliyor ki yeni bir dünya savaşı insanlığın sonu demektir. Zira bilinen kitle imha silahları dünyayı onlarca kez yok edecek büyüklükte… Kuzey Kore, İsrail, gibi ülkeler hariç son ana kadar bunu göze almak mümkün değil elbette. Bir de bölgemizdeki Deli Petro, pardon Putin var elbette… Bu silahlarının kullanılması kullanan ülkelerin de sonu anlamına gelmektedir. Zira II. Dünya Savaşı öncesinden farklı olarak ve bu silahların yayılmasını önleme anlaşmalarının varlığına rağmen, bir çok ülke bu silaha sahip... Umulur ki; silahların caydırıcı etkisi savaşın çıkışını engeller. İnsanda egemen olma dürtüsü geçmişte de çok büyük savaşların yaşanmasına neden olmuş: Moğollar, Büyük İskender, Timur, Napolyon, Hitler, Japonlar bunların örneği… Bu çok büyük savaşlar sonrasında haritalar da değişmiştir. Ülkelerin bu harita değişikliğine ilişkin çekinceleri yüzyıllar da geçse devam etmektedir. O yüzden ülkelerin sürekli dostlukları olmaz denir. Sadece bir süreliğine rafa kaldırılmıştır düşmanlıklar. Çok uzun vadeli politikalarla müsait zaman kollanır. Yunanistan böyle kurulmamış mıdır mesela… Hızını alamayıp “megola ideayı” hayata geçirmek için en zayıf anı kolladı ve 1919’dan itibaren Anadolu’yu işgale kalkıştı. İşte tam bu yüzden de caydırıcılığın önemi bir kat daha artıyor. Yakın tarihimizde Türkiye’nin aynı zamanda ilk cumhurbaşkanı olan Atatürk’ün aktif dış siyaset izlediği, Musul-Kerkük’ün geri alınması için savaşı göze alacak kadar gözü kara olduğu, Hatay’ın anavatana katılmasında da bu politikanın etkili olduğu söylenir. İnönü’nün ise daha temkinli, riski sevmeyen bir profili vardır. İyi midir kötü müdür bilinmez ama en büyük başarısı da Türkiye’yi II. Dünya Savaşının dışında tutmayı başarmış olmasıdır. Bunda diplomatik yeteneği fevkalade etkili olduğu kabul edilir. Başarısı tartışmalı olmakla birlikte Lozan görüşmelerinde Türkiye’yi de sonradan kendisini milli şef ilan eden zatı şahanelerinin temsil ettiğini hatırlatalım. On iki ada göz göre göre elden çıkmıştı ama neyse konumuz İnönü değil... Monşer asında pozitif anlamı olan bir hitap şeklidir. Bir başka deyişle diplomatik bir nezaket ifadesi… “Davranışlarında Batı özentisi içinde bulunan" anlamına da geliyor. Ancak birçok kelimede olduğu gibi bu da anlam kaymasına yol açmış ve galata dönüşmüş. Bir anlamda Kasımpaşalı olmanın tam tersini ifade ediyor. “One minute” monşer diplomasisi ile açıklanabilir bir politika değil… Uluslararası ilişkiler okuyanlar bilir. Diplomaside hemen her şeyin bir kuralı vardır. Aksi halde “sosyeteye rezil olmak” vardır işin içerisinde… Uluslararası saygı ve nezaket kurallarına uymak her şeyin önündedir. Bu öylesine kurumsallaşmıştır ki, çok yakın geçmişte dış politika sadece belli ailelerin tekeline bırakılmıştı adeta… Monşer diplomasisi dış politikada “dünya ile birlikte hareket etmeyi” esas almıştır. Bunun açılımı şudur. Dış politikada duygusallığa yer yok, güçlü olanın yanında yer almalıyız. Fincancı katırlarını ürkütmenin ne faydası olabilir ki… Big Brother bizim yerimize bizim çıkarlarımızı da düşünür. Tek başımıza global oyuncuların planlarının aksine politika üretemeyiz. Söz dinleyen, cici çocuk olmak asıldır. Zaten stratejik bir konu olup da Türkiye’nin itiraz ettiği görülmemiştir geçmişte. Ya da ağzına çalınan bir parmak bal ikna olması için yeterli gelmiştir. Türkiye bu diplomasinin bir gereği olarak uzun yıllar düveli muazzamaya paralel adımlar attı. Örneğin Ortadoğu gibi dünyanın en çetrefil problemlerinde sürekli İsrail’in politikalarını destekledi. İsrail işte tam da bu yüzden Türkiye’yi kaybetmenin derin acısını yaşıyor. Geri kazanmak için neredeyse vermeyeceği şey yok ama, emin olmadığından bu adımı atmakta çekinceli davranıyor. Monşer diplomasisine öylesine angaje olunmuştu ki Türkiye, aralarında Arapça bilen neredeyse bir tane diplomata sahip değildi. Rusça da bilmezlerdi ama batı dillerine kimi zaman ana dillerinden daha hâkimdiler. Oysa Ruslar, Çinliler, Koreliler, Japonlar, Amerikalılar Türkçeye hâkim diplomatları ülkemize gönderiyordu. 2000’li yıllardan itibaren bozulan ezberlerden birisi de monşer diplomasisine dönüktü. Zira biraderlerin babadan oğula geçen düzeninin altında yavaş yavaş kazan kaynamaya başlamıştı. Çok tecrübelilerdi ama, yeni sistem için onlara ihtiyaç yoktu ve gönderildiler. Zira teknik direktör de, kulüp başkanı da, oyun stili de değişmişti. Rakiplerin hamle yapmasını zorlaştıracak yeni bir strateji belirlemek gerekiyordu. Bu yüzden birçoğu “emekli büyükelçi” statüsünde kanal kanal dolaşıp tecrübe ve birikimlerini anlatmakla meşguldü. Elbette geliştirilen yeni stratejilere karşılık global oyuncuların da taktikleri değişti. Türkiye “komşularla sıfır sorun” politikasını yerleştiremedi. Arap Baharı olarak isimlendirilen ve bana göre spontane oluşan ancak süreç içerisinde global oyuncuların devreye girmesiyle içinden çıkılmaz bir hal alan süreçte, Türkiye de politikasında değişikliklere gitme gereği hissetti. Zira stratejik derinliğin parametreleri yeni işbirliği alanları gerektiriyordu. Kimi zaman İran’la işbirliği yapıldı, kimi zaman Brezilya ile… Kimi zaman da Barzani ile… Zira caydırıcı olmak güçlü olmayı, güçlü olmak da işbirliğini gerektiriyor. Bu işbirliği çalışmalarının da somut yansımaları olmadı değil. Hiç beklenmedik bir şekilde Irak ordusunun Musul’u tek kurşun atmadan IŞİD’e terk etmesiyle, esir alınan büyükelçilik çalışanları çok profesyonel bir operasyonla kimsenin burnu kanamadan teslim alındı. Süleyman Şah türbesinin taşınması da öyle… Güçlü olmak uzun vadeli düşünmeyi gerektirir. Büyük devletler büyük riskler alırlar. Bu riski; İngilizler Musul-Kerkük’ü teslim etmezken, Ruslar nükleer çalışmalara dair teknik bilgilerini İranlılarla paylaşırken, Amerikalılar Afganistan da Sovyetlere karşı mücahitleri desteklerken ve Fransa Humeyni’yi kollarken almıştı. Güçlü olmak tek başına çıkar odaklı politika üretmek demek değildir. Bu politika emperyalistlerin bize dikte ettirdiği batı tarzı eğitimin bir yansımasıdır. Örneğin bu politikanın devam ettirilmesi Suriye savaşında kapıları kapatmamızı gerektirirdi. Oysa hiç bir ülkenin savunması sınırından başlamaz, ki, Suriye sınırımızdaki bir ülkedir. ABD, Rusya, hatta Çin neden Suriye’de zannediyorsunuz. Ekonomik çıkarlar elbette var ama güvenlik kaygılarını on bin km öteden başlatıyorlar. Elbette değişim sancılı olacak, yol kazaları yaşanacaktır. “Dünya ile birlikte hareket eden” monşer diplomasisi gidince bu sıkıntılar yaşanmaya başladı. Sovyetlerin tehdidinden bütün dünya korkarken, Türkiye’nin Putin’in kimyasını bozması yine bu politikanın bir yansımasıdır. Pakistan eğer aktif bir politika izlemeseydi, dünyaya rağmen nükleer silah geliştiremez, Hindistan’ın oyuncağı olurdu. Malum; Türkiye'ye saldırı arttı son zamanlarda... Ülkenin dört bir yanı ateş çemberine döndü. İçeride-dışarıda, büyük-küçük, yasal-yasadışı, Şii Sünni... Müslüman-kafir-münafık, Türk-Kürt, gazeteci-televizyoncu, siber-askeri... bilumum "İslam" düşmanları dört bir yandan saldırıyor. Bu bile Türkiye'nin politikalarının ne derece isabetli olduğunu gösterir.  
Ekleme Tarihi: 04 Ocak 2016 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

MONŞER DİPLOMASİSİ

Doğrusu dış politika, ihmali en az tolere eden alanlardan birisidir. Belki de bu yüzden bazı ülkelerin başbakanlarından cumhurbaşkanlarından daha fazla tanınıyordur dışişleri bakanları… Bu biraz da ilgili ülkenin bölgesel-global etkinliğine bağlı tabii ki… Elbette dışişleri bakanları; bürokratları, daha spesifik tanımla diplomatları vasıtasıyla yürütüyor politikalarını…

Malum, diplomasi anlaşmazlıkların barışçıl yolla çözümünü esas alır. Savaşın zıttıdır bir başka deyişle… Hani atalarımız demiş ya; insanlar konuşa konuşa anlaşır diye, işte tam onun uluslararası adıdır diplomasi... Birleşmiş Milletler de bu maksatla kurulmuştur; küresel ya da bölgesel sorunların diplomasi yoluyla çözümlenmesi, bir başka deyişle yıkım anlamına gelen savaşların yeniden çıkmasını önlemek için… Ne kadar başarılı olduğu tartışılır elbette… Mesela bizim Kıbrıs sorunu öylesine duruyor yıllar yılı… Elbette bu örgüt II. Dünya Savaşı sonrası şekillenen yeni dünya düzeni etrafında kurulmuştur. Hani der ya Cumhurbaşkanımız; dünya beşten büyük diye… onu kastediyorum.

Savaşlar birden bire çıkmıyor elbette… Küçük küçük ayak sesleri geliyor önce (bölgesel çatışmalar gibi) ve gerilen ilişkiler adeta bir kıvılcıma bakıyor. Her iki dünya savaşı öncesi de bu türden çatışmalar yaşanmıştı. Büyük ülkelerin savaşa girmesi ise bilinen yıkımı getirdi. Elbette bütün ülkeler biliyor ki yeni bir dünya savaşı insanlığın sonu demektir. Zira bilinen kitle imha silahları dünyayı onlarca kez yok edecek büyüklükte… Kuzey Kore, İsrail, gibi ülkeler hariç son ana kadar bunu göze almak mümkün değil elbette. Bir de bölgemizdeki Deli Petro, pardon Putin var elbette… Bu silahlarının kullanılması kullanan ülkelerin de sonu anlamına gelmektedir. Zira II. Dünya Savaşı öncesinden farklı olarak ve bu silahların yayılmasını önleme anlaşmalarının varlığına rağmen, bir çok ülke bu silaha sahip... Umulur ki; silahların caydırıcı etkisi savaşın çıkışını engeller.

İnsanda egemen olma dürtüsü geçmişte de çok büyük savaşların yaşanmasına neden olmuş: Moğollar, Büyük İskender, Timur, Napolyon, Hitler, Japonlar bunların örneği… Bu çok büyük savaşlar sonrasında haritalar da değişmiştir. Ülkelerin bu harita değişikliğine ilişkin çekinceleri yüzyıllar da geçse devam etmektedir. O yüzden ülkelerin sürekli dostlukları olmaz denir. Sadece bir süreliğine rafa kaldırılmıştır düşmanlıklar. Çok uzun vadeli politikalarla müsait zaman kollanır. Yunanistan böyle kurulmamış mıdır mesela… Hızını alamayıp “megola ideayı” hayata geçirmek için en zayıf anı kolladı ve 1919’dan itibaren Anadolu’yu işgale kalkıştı. İşte tam bu yüzden de caydırıcılığın önemi bir kat daha artıyor.

Yakın tarihimizde Türkiye’nin aynı zamanda ilk cumhurbaşkanı olan Atatürk’ün aktif dış siyaset izlediği, Musul-Kerkük’ün geri alınması için savaşı göze alacak kadar gözü kara olduğu, Hatay’ın anavatana katılmasında da bu politikanın etkili olduğu söylenir. İnönü’nün ise daha temkinli, riski sevmeyen bir profili vardır. İyi midir kötü müdür bilinmez ama en büyük başarısı da Türkiye’yi II. Dünya Savaşının dışında tutmayı başarmış olmasıdır. Bunda diplomatik yeteneği fevkalade etkili olduğu kabul edilir. Başarısı tartışmalı olmakla birlikte Lozan görüşmelerinde Türkiye’yi de sonradan kendisini milli şef ilan eden zatı şahanelerinin temsil ettiğini hatırlatalım. On iki ada göz göre göre elden çıkmıştı ama neyse konumuz İnönü değil...

Monşer asında pozitif anlamı olan bir hitap şeklidir. Bir başka deyişle diplomatik bir nezaket ifadesi… “Davranışlarında Batı özentisi içinde bulunan" anlamına da geliyor. Ancak birçok kelimede olduğu gibi bu da anlam kaymasına yol açmış ve galata dönüşmüş. Bir anlamda Kasımpaşalı olmanın tam tersini ifade ediyor. “One minute” monşer diplomasisi ile açıklanabilir bir politika değil… Uluslararası ilişkiler okuyanlar bilir. Diplomaside hemen her şeyin bir kuralı vardır. Aksi halde “sosyeteye rezil olmak” vardır işin içerisinde… Uluslararası saygı ve nezaket kurallarına uymak her şeyin önündedir. Bu öylesine kurumsallaşmıştır ki, çok yakın geçmişte dış politika sadece belli ailelerin tekeline bırakılmıştı adeta…

Monşer diplomasisi dış politikada “dünya ile birlikte hareket etmeyi” esas almıştır. Bunun açılımı şudur. Dış politikada duygusallığa yer yok, güçlü olanın yanında yer almalıyız. Fincancı katırlarını ürkütmenin ne faydası olabilir ki… Big Brother bizim yerimize bizim çıkarlarımızı da düşünür. Tek başımıza global oyuncuların planlarının aksine politika üretemeyiz. Söz dinleyen, cici çocuk olmak asıldır. Zaten stratejik bir konu olup da Türkiye’nin itiraz ettiği görülmemiştir geçmişte. Ya da ağzına çalınan bir parmak bal ikna olması için yeterli gelmiştir. Türkiye bu diplomasinin bir gereği olarak uzun yıllar düveli muazzamaya paralel adımlar attı. Örneğin Ortadoğu gibi dünyanın en çetrefil problemlerinde sürekli İsrail’in politikalarını destekledi. İsrail işte tam da bu yüzden Türkiye’yi kaybetmenin derin acısını yaşıyor. Geri kazanmak için neredeyse vermeyeceği şey yok ama, emin olmadığından bu adımı atmakta çekinceli davranıyor.

Monşer diplomasisine öylesine angaje olunmuştu ki Türkiye, aralarında Arapça bilen neredeyse bir tane diplomata sahip değildi. Rusça da bilmezlerdi ama batı dillerine kimi zaman ana dillerinden daha hâkimdiler. Oysa Ruslar, Çinliler, Koreliler, Japonlar, Amerikalılar Türkçeye hâkim diplomatları ülkemize gönderiyordu.

2000’li yıllardan itibaren bozulan ezberlerden birisi de monşer diplomasisine dönüktü. Zira biraderlerin babadan oğula geçen düzeninin altında yavaş yavaş kazan kaynamaya başlamıştı. Çok tecrübelilerdi ama, yeni sistem için onlara ihtiyaç yoktu ve gönderildiler. Zira teknik direktör de, kulüp başkanı da, oyun stili de değişmişti. Rakiplerin hamle yapmasını zorlaştıracak yeni bir strateji belirlemek gerekiyordu. Bu yüzden birçoğu “emekli büyükelçi” statüsünde kanal kanal dolaşıp tecrübe ve birikimlerini anlatmakla meşguldü.

Elbette geliştirilen yeni stratejilere karşılık global oyuncuların da taktikleri değişti. Türkiye “komşularla sıfır sorun” politikasını yerleştiremedi. Arap Baharı olarak isimlendirilen ve bana göre spontane oluşan ancak süreç içerisinde global oyuncuların devreye girmesiyle içinden çıkılmaz bir hal alan süreçte, Türkiye de politikasında değişikliklere gitme gereği hissetti. Zira stratejik derinliğin parametreleri yeni işbirliği alanları gerektiriyordu. Kimi zaman İran’la işbirliği yapıldı, kimi zaman Brezilya ile… Kimi zaman da Barzani ile… Zira caydırıcı olmak güçlü olmayı, güçlü olmak da işbirliğini gerektiriyor. Bu işbirliği çalışmalarının da somut yansımaları olmadı değil. Hiç beklenmedik bir şekilde Irak ordusunun Musul’u tek kurşun atmadan IŞİD’e terk etmesiyle, esir alınan büyükelçilik çalışanları çok profesyonel bir operasyonla kimsenin burnu kanamadan teslim alındı. Süleyman Şah türbesinin taşınması da öyle…

Güçlü olmak uzun vadeli düşünmeyi gerektirir. Büyük devletler büyük riskler alırlar. Bu riski; İngilizler Musul-Kerkük’ü teslim etmezken, Ruslar nükleer çalışmalara dair teknik bilgilerini İranlılarla paylaşırken, Amerikalılar Afganistan da Sovyetlere karşı mücahitleri desteklerken ve Fransa Humeyni’yi kollarken almıştı. Güçlü olmak tek başına çıkar odaklı politika üretmek demek değildir. Bu politika emperyalistlerin bize dikte ettirdiği batı tarzı eğitimin bir yansımasıdır. Örneğin bu politikanın devam ettirilmesi Suriye savaşında kapıları kapatmamızı gerektirirdi. Oysa hiç bir ülkenin savunması sınırından başlamaz, ki, Suriye sınırımızdaki bir ülkedir. ABD, Rusya, hatta Çin neden Suriye’de zannediyorsunuz. Ekonomik çıkarlar elbette var ama güvenlik kaygılarını on bin km öteden başlatıyorlar.

Elbette değişim sancılı olacak, yol kazaları yaşanacaktır. “Dünya ile birlikte hareket eden” monşer diplomasisi gidince bu sıkıntılar yaşanmaya başladı. Sovyetlerin tehdidinden bütün dünya korkarken, Türkiye’nin Putin’in kimyasını bozması yine bu politikanın bir yansımasıdır. Pakistan eğer aktif bir politika izlemeseydi, dünyaya rağmen nükleer silah geliştiremez, Hindistan’ın oyuncağı olurdu.

Malum; Türkiye'ye saldırı arttı son zamanlarda... Ülkenin dört bir yanı ateş çemberine döndü. İçeride-dışarıda, büyük-küçük, yasal-yasadışı, Şii Sünni... Müslüman-kafir-münafık, Türk-Kürt, gazeteci-televizyoncu, siber-askeri... bilumum "İslam" düşmanları dört bir yandan saldırıyor. Bu bile Türkiye'nin politikalarının ne derece isabetli olduğunu gösterir.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.