Türkiye maalesef geçmişte karanlık cinayetlerle anılan bir ülke görünümü verdi, veriyor. Hemen bir çırpıda aklımıza gelenleri sıralayalım. Metin Yüksel, Abdi İpekçi, Gün Sazak, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Eşref Bitlis, Ahmet Taner Kışlalı, Hırant Dink... Bunlardan bazıları... Turgut Özal'ın ve Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümleri de şüpheli... Bunlardan hiçbirisi de "aydınlatılamadı". Daha doğrusu aydınlatıldı da kamuoyu ile paylaşılmadı.
Olayın biraz gerisine gidelim. II. Dünya Savaşı bitmiş, dünya yeniden şekillenmişti. Savaşın gerçek galibi iki ülke vardı: II. Dünya Savaşında aynı ittifakta yer almalarına rağmen, neredeyse yarım asır devam eden soğuk savaşın baş aktörleri ABD ve SSCB... Dünya bu dönemde neredeyse tam ortasından ikiye bölünmüştü: Doğu ve Batı Bloku. Batı ittifakında yer almak isteyen Türkiye ise, yayılma politikası güden SSCB Türkiye'nin sınır komşusu idi. Üstelik bu ülke Türkiye'yi de tehdit etmişti. Hem toprak talebinde bulunmuş hem de Boğazlarda bir askeri üs istemişti. Doğal olarak Türkiye bunu reddetti. Ancak ne yapacağı belli olmayan Stalin'in politikalarına karşı tedbir alması gerekiyordu.
Türkiye ilk somut adımı II. Dünya Savaşı esnasında verdi. Savaşın bitiminde ve her şey belli olmuşken, Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etti (Bence çok küçük düşürücü). Daha sonra Avrupa Konseyi başta olmak üzere II. Dünya Savaşı sonrası yeniden şekillenen dünyada batı değerlerini temsil eden kurumlar içerisin yer alma çabası içerisine girdi. 1946'da göstermelik ilk çok partili seçim yapıldı. 1950’deki seçimle bir tür faşist yönetim olan Milli şefliğe son verildi. Batı bloku içerisinde yer alma düşüncesi Kore Savaşına asker göndererek perçinlendi.
Türkiye bu politikalarıyla samimiyet testini geçmiş ve Avrupa'nın güvenliği için bir ön karakol olarak da olsa NATO'ya kabul edilmiş, NATO şemsiyesi altına girerek de bir anlamda SSCB'ye karşı güvenliğini garanti altına almıştı. SSCB saldırsaydı ne olurdu bilinmez ama, saldıramamış ya da saldırmamış olmasının altında Stalin'in ölümü (1953) yanında Türkiye'nin NATO şemsiyesi altında yer almış olmasının etkisinin olmadığını ileri sürmek doğru bir yaklaşım olmaz.
Sovyet yayılmacılığı sonucu Doğu Avrupa ülkeleri, bir bir komünizme kayınca, NATO bir taraftan da Batı Bloku içerisindeki ülkeleri, her ihtimale karşı sivil savaşa da hazırlamayı ihmal etmedi. NATO bu adımıyla, SSCB'nin batı blokundaki ülkelere saldırması ve düzenli orduları devre dışı bırakması ihtimaline karşı, sivil direnişi organize etmek için, kendi kontrolünde gizli direniş teşkilatları kurdu. Bunun en bilineni sonraki süreçte İtalya'da deşifre olan Gladyo idi. Türkiye'dekinin adı ise kontrgerilla... İşte karanlık cinayetlerin arkasında bu yapı vardı. Neden engellenemedi sorusunun cevabı ise pek detaylı... Zira önce bildiklerinizi unutmanız lazım; ‘tam bağımsız Türkiye’ gibi... Zira bu savaş hala bile bitmedi ve 15 Temmuz gibi ‘hard’, 14-28 Mayıs seçim işbirlikleri gibi ‘soft’ ‘profesyonel’ saldırıların sebebi işte tam da bu...
1991'de SSCB'nin dağılmasıyla, bu yapılanmaların klasik işlevleri de ortadan kalktı. Ancak süreç içerisindeki kazanımlarının terk etmek istemediler. Bir başka deyişle devlet içerisinde devlet olmaya devam etmek istediler. NATO da öyle değil miydi. Sovyetlere karşı kurulmuştu ama Sovyetler yıkıldığı halde dağıtılmadı. Bu yapılar, NATO’nun uzantısıydı bir başka deyişle... Devlet içerisinde ve devlete rağmen, hatta devletin bilgisi dışında (Ecevit’in M. Ali Birand’a 32. Gün programında verdiği açıklamalarına bakabilirsiniz) idi bu teşkilatlanma... Nerede tam bağımsızlık ya da iktidar olmak ama muktedir olamamak...
Gelelim Başbağlara: 2 ve 5 Temmuz (1993) birbiri ile ilişkili iki katliamın sene-i devriyesi... Birincisi; Sivas ve Madımak, ikincisi Erzincan ve Başbağlar... Her ikisi katliam da aynı eller tarafından ve amaçlı olarak planlanmıştı. Bu toplumdaki nüfuzunu devam ettirmek isteyenler Sivas’ta olanı; “Alevileri yaktılar” algısı ile ve buna karşılık olarak Başbağlar köyünde en tahrik edici türünden (insanlar akşam namazı vakti camiden çıkarılarak) katliam yapmıştı.
Gerçekte hadise karanlık odakların Alevi-Sünni zemini üzerinden toplumsal çatışma oluşturup, bu ülke üzerindeki nüfuz ve çıkarlarını devam ettirme operasyonu. 1980 öncesi suni olarak oluşturulan sağ-sol çatışmasını bilirsiniz. Ne kadar çok gencimiz bir hiç uğruna telef oldu. Bu olaylar 12 Eylül darbesinin de gerekçesi oldu. 12 Eylül bir NATO yani Amerika darbesidir. Amerika’nın çıkarı ve nüfuzu bu çatışma ile oluşturulan algı üzerinden 20 yıl daha devam etti. Kısacası Madımak’ı ateşe verenler Sünni idi, ne de Başbağlar’daki katliamın faili Aleviler...
Doğu Blokunun çökmesiyle işsiz kalan kontrgerilla bir süre devletin (af edersiniz) pis işlerinde kullanıldı. Susurluk kazası tasfiye sürecinin de miladı olmuştur. O gün Türkiye’de kontrgerilla ya da özel harp dairesi olarak isimlendirilen NATO artığı bu örgüt, misyonunu süreç içerisinde FETÖ olarak isimlendirilen örgüte devretmiş gözüküyor. Şükür ki o da tasfiye edildi. Bir başka deyişle NATO’nun Türkiye’deki ayağı kırıldı. ‘Tam bağımsızlık’ın şifreleri işte tam da burada...