Temel bir yanlışımız var: Türkiye’yi “bağımsız” bir ülke kabul ederek yorum yapıyoruz. Oysa Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu hiçbir bağımsız-egemen devlet kalmadı. Birinci Dünya Savaşı sonrası varmış gibi gözüken Türkiye, İran ve Afganistan sadece görünüşte bağımsızdı. Bir başka deyişle, yarı bağımsız ya da özerk… Buna son zamanlarda territorial independence da deniyor. Aynı anlama geliyor hemen hemen… Yerel karar verebilirsiniz ama stratejik karar vermezsiniz. İsterseniz bugüne kadar ki süreç üzerinde biraz duralım.
Aydınlanma çağı ile birlikte üstünlüğünü yitiren Müslümanlar, 20. Yüzyılın ilk çeyreği ile birlikte neredeyse tamamen esaret altına girdi. Yarı bağımsız birkaç devlet dışında doğrudan müstemlekeye maruz kalmış olan İslam toplumu, Yenidünyanın keşfi ile başlayan gelişmeleri yeterince okuyamadı. Adeta keşifler dönemi olan aydınlanma çağı ile birlikte, Batı bir taraftan toplumu ve devlet yapısını dönüştürürken, bir taraftan da bilimsel keşiflerle üstünlüğü ele geçirmişti. İslam dünyası için bu üstünlüğün mutlak kaybedildiği tarih 1699’dur.
1700’lü yıllardan itibaren İslam dünyasının lider ülkesi ve hilafetin merkezi Osmanlı devleti gerilemeye, İngiltere başta olmak üzere Batı Avrupa ülkeleri ise güçlenmeye başladı. Zira bu dönemde sanayii devrimi süreci başlamış, buharın gücü keşfedilmiş ve buhar ulaşım ve endüstride kullanılmaya başlanmıştı. Güçlenen, “ben de söz sahibiyim” demeye başlayan diğer ülke ise Rusya idi. 1787’de İngiltere’den bağımsızlığını elde eden ABD de yavaş piyasaya çıkıyordu ama Osmanlının Cezayir donanmasına Akdeniz’de yenilmekten, tazminat ve yıllarca vergi ödemekten ödemekten kurtulamadı. Üstelik anlaşmanın dili de Osmanlıca idi.
Aralarında Osmanlı topraklarının da yer aldığı ve Müslüman çoğunluğun yaşadığı birçok bölge, yavaş yavaş sanayi devrimi için hammadde ve enerji ihtiyacı olan bu güçlerin eline geçmeye başladı. 200 yıldan fazla süren bu süreç, özelde Osmanlı, ama genelde İslam Dünyası için tam bir felaket oldu. Planı bozan neredeyse tek kişi II. Abdülhamit idi. O da sadece süreci zamana yaydı. Ve nihayet 1909’da bir darbeyle indirildi ve göz hapsine alındı. Osmanlı için asıl felaket de bu dönemde başladı. Her şeye rağmen dikkate alınan Osmanlı, önce Balkan Savaşlarıyla çapulcuların karşısında ezildi ki; bu savaş tarihimizin en utanç verici sayfalarından birisidir. Artık içerisine siyaset girmiş Osmanlı ordusu Bulgar çetecilerin önünde İstanbul’a doğru kaçıyordu. Bulgarlar Osmanlı ordusunu Çatalca’ya kadar kovaladı ve payitahtı tehdit etmeye başladı. Birinci Balkan savaşında neredeyse tek başarı, göz hapsindeki II. Abdülhamit’in Yunanlıların tehdidi altındaki Selanik’ten sağ-salim kaçırılabilmesi idi. Utanç derecesini tahmin edebiliyor musunuz? Neyse ki; II. Balkan Savaşında Osmanlı ordusu biraz toparlandı.
Ve birinci Dünya Savaşı… Henüz 30 yaşlarındaki Damat Enver Paşa ve İttihatçı ekibi, planlarını hayata geçirmek üzere Osmanlıyı sonu belirsiz bir maceraya sürükledi. Turan İmparatorluğu kuracaklardı. Koca çınar devrildi ve İstanbul dahil bütün vatan toprakları işgal edildi. Detayına girmiyorum, ama bir soru sormadan da edemiyorum; sizce bu şartlar altında kurulan bir “devlet” bağımsız olabilir mi… Ya da başka bir soru; Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğunda acaba biz mi İngilizlerden kurtulduk, yoksa İngilizler mi Osmanlıdan kurtuldu… Osmanlı tarihe karıştığı, Anadolu’da her açıdan batılılaşmayı hedefine koymuş yeni bir yapı oluştuğuna göre “B” şıkkı doğru olsa gerek…
Hiç mi mücadele olmadı, kurtuluş savaşı yalan mı derseniz elbette böyle bir iddia haksızlık olur. Dönemin baş emperyalisti İngilizler Yunan çapulcusunu “Megola İdea” hayali ile üzerimize salarak kendisini temize çıkarttı. Hepimiz düşman olarak Yunanı biliriz ama büyük düşman aslında İngiliz’dir. Başarılı olmuştu yani kamuflaj…
Düvel-i Muazzama fevkalade ince hesap yapmış, diğer hesapları da zamanı geldikçe kaşımak üzere geriye bırakmıştı. Kürt kartı gibi… Savaş bitti, düşman denize döküldü, ama nedense savaşı “kazanmamıza” rağmen Anadolu insanının temsilcileri ilk fırsatta (İkinci Meclis) yönetimden uzaklaştırıldı ve hemen hepsi toplumun değerleriyle çelişen devrimler yapıldı. İşgalciler isteseler de bunları kendi elleriyle yapamazlardı.
Görünürde Lozan anlaşması, geri planda Sykes-Picot anlaşmasıyla ve yine Lozan’ın gizli maddeleri gereğince düşman Anadolu’dan ve Montrö Boğazlar Sözleşmesini imzalattırdıktan sonra 1936 yılında İngilizler de İstanbul’dan çekilmişti. Lozan görüşmelerini sürdüren İsmet İnönü’nün bir görüşme sonrasında “yüz yıl kazandık” dediği rivayet olunur. Açık ki, bunun anlamı; Türklerin Anadolu’da kendilerinin istediği reformları yapacak “kısıtlı” bir devlete yüz yıllığına izin verilmiş olunmasıdır. 2023’e biraz da buradan bakmak gerek.
Gel zaman git zaman İkinci Dünya Savaşı başlıyor. Genç Cumhuriyet savaşa girmemek için büyük bir direniş sergiliyor ve başarıyor. Başardığı tek şey de bu zaten… Yeniden şekillenen dünyada Türkiye Sovyet tehdidine karşı bir kalkan olarak iki kutuplu dünyada batı blokunda yer alıyor. Bir nevi manda yönetimi yani… Aynı dönemde Türkiye hiçbir tarihi bağı olmayan Kore savaşına muharip güç gönderiyor. Özellikle de Kunuri’de Çin askerinin ilerleyişini üç gün geciktirmiş olması Amerikan kuvvetlerini imha olmaktan kurtarıyor.
Yıl 1952… Kore Savaşının bütün hızıyla devam ettiği yıllar. Türkiye bir taraftan II. Dünya Savaşının galiplerinden ve 20 milyon insanın ölümünden sorumlu Stalin’in tehditleriyle uğraşırken, bir taraftan da Kore’de gösterdiği olağanüstü başarısının karşılığı, savaşın da NATO’nun da baş aktörü ABD tarafından NATO’ya kabul ediliyor. Artık NATO şemsiyesi altındaki bir Türkiye’ye Stalin saldırmaya cesaret edemezdi. Bir süre sonra da öldü zaten… Cesaret edemezdi de etmesine, bağımsızlık nereye gitmişti. 1991 yılına kadar durum iki ileri bir geri böyle devam etti.
Bu süreçte NATO üye ülkeler içerisinde muhtemel Sovyet işgaline direniş göstermek maksatlı gizli ve “hükümetlerin üzerinde” örgütlenmelere gidilmişti. Türkiye’dekinin adı; kontrgerilla idi. Bu yapılanma gayri nizami harp yapmak üzere teşkil edilmiştir. Başbakanlığı döneminde Bülent Ecevit’in o dönemdeki adıyla özel harp dairesinin varlığını genelkurmay başkanından öğrendiği rivayet edilir. ÖZAL’ın da kendi döneminde emri dışında yapılanmalardan bahsettiğine dair kamuoyuna yansımış bilgiler vardır. Böyle bir yapılanmada egemenliğin “bila kayd-u şart” millete ait olduğunu iddia etmek abesle iştigaldir.
Ve 1991… Doğu ile Batı arasındaki psikolojik savaşı batı kazanmıştı. Sovyet ekonomik-siyasi sistemi çökmüş, hem nüfuzu altındaki devletler, hem de zorla bir arada tuttuğu Sovyet Cumhuriyetleri bir bir “bağımsız” olmuşlardı ama ilerleyen tarihlerde anlaşılacağı üzere bu bağımsızlık Türkiye’nin 1923’te elde ettiği bağımsızlıktan farklı değildi. En güçlüsü Ukrayna idi ve efelenmesinin bedelini ağır ödedi. Adeta Rusya kafasını kaldıranın kellesini uçuruyordu. Gürcistan, Azerbaycan, Tacikistan vs… Türkmenistan devlet başkanının nasıl yok edildiği kamuoyu gündemini bile meşgul edemedi. Polonya’da devlet erkânını taşıyan uçakta Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkililerinin tamamı öldü ama dedikodusu bile zar-zor yapılabildi. Ermenistan bütün politikasını Rusya’ya endekslemiş durumda... Şimdi bu ülkeler ne kadar bağımsızsa Türkiye de o kadar bağımsız o dönemde...
1991’in Türkiye açısından başka anlamları da var. Sovyet tehdidinin kalkması ve görünüşte de olsa burada bulunan Türk Cumhuriyetlerinin “bağımsız” olması, Türkiye’ye tarihi fırsatlar tanıdı ama, misyonu ve vizyonu olmayan dönemin yöneticileri bir-iki kucaklaşma dışında hiçbir şey yapamadı. Çünkü böyle bir durumu öngören hiçbir projeleri yoktu. Olamazdı da… Zira NATO koruması altındaki ve şartlı ve sınırlı kurulmuş bir Türkiye böyle bir plan yapacak insan potansiyelinden de yoksundu. Sivil toplumun sloganı ise geçmişte kalmış hamasetten başka bir şey değildi. Terör, ekonomik bunalımlar, darbe teşebbüsleri, mafya yapılanması alabildiğine derinlik kazanmıştı 90’lı yıllarda... Önce depremle sarsıldık sonra 2001 krizi ile…. Dünya yeniden şekilleniyordu ama Türkiye’nin olaya müdahale edecek ne bir planı ne de mecali vardı. Kriz aslında Türkiye’yi kendisine getirdi…
Devamı bir sonraki yazıya…