5 Temmuz… Aynen 2 Temmuz gibi hatırlanması, unutulmaması gereken bir gün…. Türkiye’nin karanlıklara sürüklendiği dönemin tab yaptığı 1993’yılında yaşanan bir olay… Aslında çok yakın tarihte bir dizi cinayetler silsilesinin yeni bir ayağı idi. Hemen bir çırpıda aklımıza gelenleri sıralayalım. Metin YÜKSEL (1979), Abdi İPEKÇİ(1979), Gün SAZAK (1980), Uğur MUMCU (1993), Çetin EMEÇ (1990), Bahriye ÜÇOK(1990), Muammer AKSOY (1990), Vedat AYDIN (1991), Eşref BİTLİS (1993), Ahmet Taner KIŞLALI (1999), Hrant DİNK (2007) bunlardan bazıları... Turgut ÖZAL'ın ve Muhsin YAZICIOĞLU'nun ölümleri de şüpheli... Bunlardan hiçbirisi de "aydınlatılamadı". Daha doğrusu aydınlatıldı da kamuoyu ile paylaşılmadı-paylaşılamadı. Zira bu cinayetler devlet içindeki devlet - derin devlet tarafından işlendi.
Olayın biraz gerisine gidelim. 1945 yılında II. Dünya Savaşı bitmiş, dünya yeniden şekillenmişti. Savaşın gerçek galibi aslında sadece iki ülke idi. II. Dünya Savaşında aynı ittifakta yer almalarına rağmen, neredeyse yarım asır devam eden soğuk savaşın baş aktörleri; ABD ve SSCB... Zira müttefik saflarındaki diğer büyük ülkelerden İngiltere savaş sonunda tükenmiş, rolünü Yalta konferansında ABD’ye devretmek zorunda kalmış, Fransa ittifak tarafından Almanya’nın işgalinden kurtarılmıştı. Dünya bu dönemde neredeyse tam ortasından ikiye bölünmüştü: Doğu ve Batı Bloku. Dünyadaki pek çok ülke bu iki blokun nüfuzu altında idi. Bağlantısızlar hareketi ise gerçekte etkili bir birlik değildi. Batı ittifakında yer almak isteyen Türkiye ise, Doğuya yayılma politikası güden SSCB'nin sınır komşusu idi. Üstelik bu ülke Türkiye'yi somut olarak tehdit de etmişti: Hem toprak talebinde bulunmuş, hem de Boğazlarda bir askeri üs istemişti. Doğal olarak Türkiye bunu reddetti. Ancak ne yapacağı belli olmayan Stalin'in politikalarına karşı tedbir alması da gerekiyordu.
Türkiye ilk somut sinyali II. Dünya Savaşı esnasında verdi. Savaşın bitiminde ve her şey belli olmuşken Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etti (Bence çok küçük düşürücü). Daha sonra Avrupa Konseyi başta olmak üzere II. Dünya Savaşı sonrası yeniden şekillenen dünyada batı değerlerini temsil eden kurumlar içerisinde yer alma çabası içerisine girdi. 1946'da göstermelik ilk çok partili seçim yapıldı. İç ve dış etkenler 1950'deki seçimi göstermelik olmaktan çıkarmaya zorladı. Seçimle bir tür faşist yönetim olan Milli şefliğe-tek parti yönetimine son verildi. Daha da önemlisi, Doğu ile Batı Blokunu dolaylı olarak sıcak çatışmaya sürükleyen Kore Savaşına asker göndererek Batı Bloku yanındaki konumunu güçlendirdi.
Türkiye bu politikalarıyla samimiyet testini başarmıştı. Zira Avrupa'nın güvenliği için bir tampon ülke de olsa NATO'ya kabul edilmişti. Bir başka deyişle Türkiye NATO şemsiyesi altına girerek bir anlamda SSCB'ye karşı güvenliğini garanti altına almıştı. Çünkü ittifak anlaşması, herhangi bir üye ülkeye yapılan saldırının tüm ülkelere yapılmış gibi kabul edileceğini hüküm altına almıştı. SSCB saldırsaydı ne olurdu bilinmez ama, saldıramamış ya da saldırmamış olmasının altında Stalin'in ölümü (1953) yanında Türkiye'nin NATO şemsiyesi altında yer almış olmasının etkisinin olmadığını ileri sürmek doğru bir yaklaşım olmaz.
Sovyet yayılmacılığı sonucu Doğu Avrupa ülkeleri bir bir komünizme kayınca, ABD liderliğindeki NATO bir taraftan da Batı Bloku içerisindeki ülkeleri her ihtimale karşı sivil savaşa hazırlamayı ihmal etmedi. NATO bu adımıyla, SSCB'nin batı blokundaki ülkelere saldırması ve düzenli orduları devre dışı bırakması ihtimaline karşı, sivil direnişi organize etmek için, kendi kontrolünde gizli direniş teşkilatları kurdu. Bunun en bilineni sonraki süreçte İtalya'da deşifre olan Gladyo idi. Türkiye'dekinin adı ise kontrgerilla idi. İşte derin devletin kısa hikâyesi böyle oluştu.
Komunist tehlike zamanında ne kadar amaca hizmet etti bilinmez ama, 1991'de SSCB'nin dağılmasıyla bu yapılanmaların işlevleri-gerekçeleri de ortadan kalktı. Ancak NATO da tasfiye edilmedi, bu yapılanmalar da süreç içerisindeki kazanımlarını terk etmek istemediler. Bir başka deyişle devlet içerisinde devlet olmaya devam etmek istediler. Sürekli meşru hükümetleri tehdit ettiler. "İktidar olmak ama muktedir olamamak" deyimi de bu süreçte literatüre dahil oldu. Zira hükümetler, işlevsiz kalan bu kurumlar üzerinde söz-güç sahibi değildi. Hükümetler herhangi bir tasarrufta bulunmak isterlerse derhal Osmanlı'daki yeniçeriler gibi kazan kaldırıyorlardı. Hükümetlerin stratejik karar almalarına hiçbir şekilde izin vermiyorlardı. Hükümetler ne zaman böyle bir adım atmaya kalksa, derhal toplumsal ses getirecek eylemler yapıyorlar, hükümetler de devlet içerisinde olan bu çeteyi, çok iyi bilmesine rağmen deşifre etmeye cesaret edemiyordu. Hala da edebilmiş değil. Zira örgütün medya, iş dünyası, yargı, askeriye gibi ayakları da vardı.
Aslında gerçek iktidar da onlardı. Hükümetler ise göstermelik... Bir kampanya başlattılar mı hükümetlerin ayakta kalması söz konusu bile olamazdı. Bir direnç gösterirse yapılacak olan belliydi. Eğer uyarılar hükümetleri te'dip etmezse, yeni bir darbe, muhtıra, tehdit, basın açıklamaları, sivil toplum protestoları ve nihayet cinayetler... Zira toplum nezdinde belli bir misyonu olan kişiler profesyonelce ortadan kaldırmaktaydılar. Olayı açıklamakta zorlanan hükümetler de çaresiz hizaya gelmekte idi.
Bu cinayet şebekelerinin kullandıkları diğer bir yöntem ise, dışarıdaki işbirlikçileri ile birlikte organize ettikleri ve toplumdaki bir takım doğal farklılıkları kullanarak uzun vadeli düşmanlıklar oluşturmaktı. Nitekim sağ-sol, Laik-Şeriatçi, Türk-Kürt ya da Alevi-Sünni gibi farklılıklar kaşınarak hem içerdeki hem de dışarıdaki ülke düşmanları hedeflerine bir adım daha yaklaşmakta idiler. Zaman zaman mızrağın çuvala sığmadığı durumlar yaşansa da bu çevrelerce kamufle edilmesi hiç de güç olmamıştı.
Size iki örnek: Yürütülen gizli görüşmelerde tam çözüm aşamasına gelmişken, Bingöl'de silahsız 33 erin katledilmesi böyle bir provakasyondu. Süreç içerisinde kangren halini almış olan olayların maliyeti Türkiye tarafından hala ödenmektedir. Benzer provakasyonlar hali hazırdaki çözüm sürecinde de yapılmadı mı... Habur'un ya da hava saldırısı sonucu ölen sivillerin tesadüf olduğunu mu düşünüyordunuz...
Ve Eşref BİTLİS'in ölümü... Çözüm iradesi olan Jandarma Genel Komutanının bir uçak kazasında öldüğüne kimse inanmıyor. Derin devletin politikalarına karşı gelen komutan bedelini işte böyle ödedi. ÖZAL'a düzenlenen suikast ve daha sonraki ani ölümü de olağan şüpheliyi hatırlatıyor.
Sivas olaylarını herkesin bildiğini, ancak Başbağlar'ı çok az duyarlı kesim dışında kimsenin bilmediğini düşünüyorum. Evet Başbağlar... Ya da bölgede bilinen adıyla, Borasar… Erzincan (Kemaliye) sınırları içerisindeki bu köyde tam 33 kişi bir akşam ezanı vakti camiden çıkartılarak kurşuna dizildi ve köy yakılarak yok edildi. Olay olup bitene kadar kimsecikler gözükmedi ortalarda... Telsizle alınan talimat çerçevesinde Sivas olaylarında yakılarak öldürülen 33 Alevi vatandaşa karşılık üç gün sonra 33 Sünni camiden çıkartılarak köy meydanında katledildi. Hiç kimse katillerin resmi ağızdan ifade edildiği gibi PKK'lı olduğuna inanmadı. PKK da reddetti zaten...
Benzer cinayetlerde olduğu gibi, bu da “aydınlatılamadı”, failleri bulunamadı. Göstermelik yargılama kimseyi tatmin etmedi. Zira aslında herkes biliyordu ki; iki cinayeti de işleyen odak aynıydı. Amaç; bölgede nisbi çoğunluğu olan bu iki kesimi karşı karşıya getirip, iktidarın devamını sağlamaktı. Öyle de oldu. Kimse hesap vermedi. Ama yine aynı çevrelerce galeyana getirilip sokağa dökülen halk hala hapislerde çürümekte… Bu ülkede darbe planladıklarına şüphe olmayanlar, sudan gerekçelerle kesinleşmiş hapis cezalarına rağmen özgürlüğüne kavuşurken, kim bilir hangi yalan beyana dayalı olduğu bilinmeyen şahit ifadeleri ile 20 yılı aşkındır özgürlüğü elinden alınanlar kimseden hesap soramamakta…
Çok açık silahla ölümlerin varlığına ve kimin silah kullandığına dair şahit ifadelerine rağmen, Sivas olaylarında yaşanan ölümler belli kesimler üzerine yıkılmakta toplumsal hafıza üzerinde böyle kalması arzulanmaktadır. İşte Türkiye'nin hali hazırdaki mücadelesi bu derin çevrelerle. Türkiye'yi çeşitli entrikalarla tökezletseler de kendileri de sonlarının geldiğini gördü. Hırçınlıkları ve en gelişmiş silahlarını devreye sokmaları bu yüzden.
Elbette yeni bir yıl dönümünde bize düşen olayın en masum mağduru olan Başbağlar kurbanları başta olmak üzere, belki de organizasyondan haberi olmayan bir kısım Madımak mağdurlarına başsağlığı dilemek olmalı. Vesselam…