Bir önceki yazımızda Amerika’yı başkanlar yönetmez; lobiler vasıtasıyla müesses nizamın temsilcileri yönetir, başkan sadece bir figür-vitrindir demiştik özetle… Bir tane müesses nizam yok tabii... Her zaman da aralarında anlaşamazlar. Nitekim ilk başlarda başkan olması muhtemelen kendisince de beklenilmeyen Trump’ın seçilmesi en etkili müesses nizamlardan birisi olan Rockefeller ailesini rahatsız etti.
Peki nedir bu müesses nizam... Müesses nizam, bir başka deyişle kurulu veya yerleşik düzen… İngilizce’de ‘The Establishment’ olarak ifade ediliyor. Siz buna ‘Kurucu İrade’ veya daha alt düzeyde ‘statüko’ da diyebilirsiniz. Anlamı şudur: “Efendim; bu ülkede ‘bize rağmen’ hiçbir şey yapılamaz. Yapmaya teşebbüs edenler gerekli muameleyi de peşinen kabul etmiştir.”
Bu, Amerika’da böyle de Türkiye’de farklı mı sanıyorsunuz. Amerika’da Kennedy, Türkiye’de Menderes bu yapıların hışmına uğramıştır mesela... Akıbetlerini biliyorsunuz. Trump’ı da başkanlık süresince itibarsızlaştırdılar, hatta Rusya ile iş birliği içerisinde olduğu algısı oluşturarak yargılanabileceği yönünde aba altından sopa gösterdiler. Nitekim dönem sonunda da kendi yöntemleriyle gönderdiler.
Türkiye’de de öyle olmadı mı… Direnen rahmetli Erbakan faşist saldırıları nasıl da göğüslemek zorunda kalmıştı. Post modern darbe sürecinde bu azgın faşist çevrelerin sözcüsü Dokuzuncu Senfoni (Avrupa Birliği Marşı) eşliğinde (diğer zamanlarda da yaptığı gibi) konjonktüre uygun bir şekilde kalabalığı galeyana getiren sözler sarfederken, dönemin Kültür Bakanının tempo eşliğinde protesto edilmesinden hiç de rahatsız değildi (https://twitter.com/siyasiposting/status/1139111198006435840 ).
Yeri gelmişken 28 Şubat bağlamında Türkiye’ye de atıf yapalım. Ne diyordu ÇYDD başkanı; "Biz asılız (the establishment). Bu ülkede bizim istemediğimiz bir şeyin olması mümkün değildir." (https://www.youtube.com/watch?v=FNSAhXDsSHQ ). 27 Nisan öncesinde darbe planlarında sık sık adı geçen ve sonradan ADD başkanı da olan generalden bizzat kendi duyduğum şey ise; ‘isterseniz % 99 oy alın, bize rağmen iktidar olamazsınız’ mealindeki sözleri idi. Tabi sonrasında kazın ayağının kendi bildiği gibi olmadığını, eski çamların bardak olduğunu, köprünün altından ise hayli su aktığını hiç unutamayacağı acı bir tecrübeyle öğrenecekti. (https://www.youtube.com/watch?v=EhN4wxOGOcU ).
Peki bu durumda halk iradesi, yani demokrasi ne işe yarıyor. Hemen cevap verelim; başta seçimler olmak üzere kutsallaştırılan demokrasi de halkı manipüle etme operasyonuna aracılık etmekten başka hiç bir işe yaramıyor. Kurucu irade ile iş birliğine gitmeyenler stratejik ve kritik konularda hiçbir şekilde söz sahibi olamazlar zira...
Batı bu 'kutsalları' ilk defa da kullanmıyor. Nitekim Afrika’da ve Amerika’da yerlilerin eline dönemin kutsalı olan İncil verilirken, topraklar ve doğal kaynaklar beyaz adamın eline geçmişti. Şimdi ise ikinci ve üçüncü dünya ülkelerindeki geniş halk kitlelerinin bilinçaltına yine batının tabulaştırdığı demokrasi gibi, laiklik gibi, kadın hakları gibi 'kutsal değerler' yerleştirilmiştir.
Devam edelim… Oğul İkinci Bush döneminde Neo-conlar alt yapıyı hazırladı. Evangelistler ise planı hayata geçirecek anlaşılan… Siyonist bir düşünce olan Evangelizm Yahudi kaynaklarındaki İsrail’in sonunun nasıl olacağını gayet iyi bildiklerinden, yine kendi inandıkları 'tanrıyı’ ‘kıyamete’ zorluyor. Çünkü Yahudiler (haşa Allah’a) yorulan, dinlenen, usanan, sevinen, öfkelenen, kimi zaman kıskanan… bir tanrı olduğuna inanırlar. O halde ‘kıyamete’ neden zorlanamasın!... Yani; ‘madem biz yok olacağız, hep birlikte yok olalım’ deniliyor bir anlamda...
Sonlarının yaklaştığının farkındalar yani… Belki (yine haşa elbette) eğer tanrı istediklerini yapmazsa kitle imha (nükleer) silahlarıyla yok etmek üzere tehdit bile edebilirler. Bilmedikleri şey; her birinin sadece Allah’ın iradesine bağlı olduğu ve O (cc) istemeyince ne ateşin yakabileceği ne bıçağın kesebileceği ve ne de gemilerin yüzebileceğidir. İstemişse de (ol demişse de) kıyamet kopsa da sorun değil zaten… Çünkü Müslüman için ölüm sahte hayattan gerçek olanına geçiş, rüyadan uyanıp hakikate gözünü açmak demektir.
İşte 11 Eylül bu planı hayata geçirme girişiminin küresel ayağıdır. Milyonlarca insanı, bir bir ikna etmek mümkün olamayacağından bir korku paranoyası oluşturmak gerekli idi. 12 Eylül’de komünizm tehdidi, 28 Şubat’ta irtica, 11 Eylül’de ise el Kaide ikna gerekçesi olarak kullanıldı.
Nitekim insanları ikna etmeden, yani kamuoyu desteği olmadan bir hareketin başarılı olması mümkün değildir. O halde yerel ya da global bir korku pompalanıyorsa arkasında çok büyük bir planın olduğunu düşünmek gerekmez mi… En son pompalanan küresel korkunun adı; pandemi idi malum… Üzerinde düşünmeye değmez mi sizce de…
Elbette her şey onların istediği gibi olmayacak... Onların istediği gibi olması olayın doğasına, fıtrata, sünnetullaha aykırıdır çünkü… Nitekim G.W. Bush dönemi politikaları bu yüzden geri tepmiştir. Amerika kısa vadeli olarak amacına ulaşmış gibi gözükse de 11 Eylül’den sonra dünyaya verdiği zarar kendilerini de etkilemiştir. Bu yüzden süreç içerisinde işgal ettiği ve 20 yıl sürdürdüğü Afganistan işgaline son vermek zorunda kalmıştır mesela...
Kim bilir; belki de Allah Sovyetlerin dağıldığını gösterdiği gibi Amerika’nın da dağıldığını gösterecektir bize... Bu size hiç inandırıcı gelmeyebilir ama, 1990’lı yıllarda Sovyetlerin ve komünist dünyanın dağılacağına da bir on sene önce kimsecikler inanmıyordu. Mesele şu ki; onların planı varsa Allah’ın da planı vardır ve plan yapanların en hayırlısı olan Allah onların şüphesiz planından da haberdardır. Vesselam…