Büyük ve misyonlu devletler günlük değil, kimi zaman yüz yıllık planlamalar yaparlar. Kendileri bakımından da düşman gördükleri bakımından da… Bugün kurumsallaştığını düşündüğümüz ve esasen kapitalist sistemin egemen olduğu devletlerde bu planlama sadece ekonomik ayak değil, siyasi ve sosyal ayağı bakımından da son derece ihtimamlı bir şekilde dizayn edilmiştir. Bunun da beraberinde huzur olmasa da ‘refah artışı’ getirdiği söylenebilir elbette...
Bu durumun düşmanları bakımından adı ise köksüzleştirme politikasıdır. Yani kadim medeniyetin köküne kibrit suyu dökmek… kültürü ile bağını, yani hayat damarlarını koparmak… Bu plan da bazen yüz yıllık olur ama etkisi nesiller boyunca devam eder. Türkiye için böyle olmuştur mesela… 2023 neden dillendiriliyor sizce… 1923-2023… İşte 28 Şubat bu planların hayata geçirilmesi sürecinin gayri meşru çocuğudur. Bu süreçte yapılan tahribatın telafisi mümkün müdür bilmem ama, mümkün olsa bile kaç nesil devam edeceği bir başka istifham… FETÖ de öyle yapmadı mı… Anadolu’nun en zeki çocuklarını 40 yıl boyunca, üstelik onların hassasiyetini kullanarak bünyesine kattı ve heba etti. Sadece onları ve ülkenin geleceğini değil, 28 Şubat sürecine destek vererek sayısı milyona dayanan Anadolu çocuklarının da geleceğini çaldı.
Otoriter, jakoben-vesayetçi… Oligarşik, kabileci, müstemlekeci… Bir başka deyişle 28 Şubat süreci… Ne kadar itici değil mi… Hepsi ve daha fazlası, açık veya örtülü, kamu otoritesinden güç alıyorsa o ülkede ekonomik, sosyal ve siyasal potansiyelin işlevselleştirilmesi mümkün olmaz. Oluşturulan korku ve baskı insanların hareket kabiliyetini zayıflatır zira... Burada iltifata tabi olan marifet değil, itaattir.
Efendim, Anadolu sermayesinin zemin bulduğu ve palazlandığı dönem 1980 sonrasına dayanır. Çok ağır bir siyasi red kültürünün etkisinin güçlü bir şekilde hissedildiği darbe sonrası dönemde, üstelik ‘ne Arabın yüzü ne Şam’ın şekeri’ gibi ahmakça bir zihniyetin söz sahibi olduğu, tahammülsüz (faşist) bir basın, tek sesli bir Türkiye, 163’lerin, 141-142’lerin oluşturduğu baskı ortamında konuyu gündeme getirilmesi bile bir başarı iken, ÖZAL bununla kalmamış Anadolu sermayesinin önünün açarak bir ezberi daha bozmuştur. Anadolu sermayesinin önünün açılması bakımından o zamanki ismiyle ‘finans kurumlarını’ Türkiye’ye taşınması en cesurca olanlarındandı. Ama uzun sürmedi bu... Her bakımdan problemli olan 90’lı yıllar 28 Şubat müdahalesi ve buna bağlı gelişen kriz ile bir süre sonra IMF kapılarına dayandı.
Ekonomik özgürlük diye de bir şey de vardır: Fırsat eşitliği ortamı sağlamak gibi, teşebbüs hürriyeti gibi... 80’li yıllarda zihinlerde yer eden bu kavramlar yerini, geçmişteki ‘Suudi Arabistan’la ticaret yapmak laikliğe aykırı’ diyen gerici bir zihniyete bıraktı. Sermaye renklere ayrılıp halkın kin ve nefrete sürüklenmesi bizzat Milli Güvenlik Kurulu (MGK) eliyle yürütüldü. Batı Çalışma Grubu (BÇG), Encünen-i Daniş, kontrgerilla gibi yasadışı ‘paralel’ yapılar 28 Şubat döneminde bizatihi hâkim irade tarafından, adeta mültecilerin botlarını batırmaya çalışan Yunanlılar gibi bilerek ve istenerek, hatta bir plan ve proje çerçevesinde hareket etmiş, andıçlar yayınlamışlardır.
Elbette böyle bir ortamda teşebbüs hürriyetinden de düşünce hürriyetinden de, fırsat eşitliğinden de bahsedilemez. İşin esasında saadet zinciri denen şey de budur; Üretmeden dağıtmak… Başarılı da oldu. Bir yandan Konya merkezli kurdurulan ‘holdinglerle’ güven sarsıldı, bir yandan da oluşturulan panik havası ile finans kurumları batırılmaya çalışıldı. Tabii sonuç; 2001 krizi… Türkiye’nin en büyük iç krizi olan 2001 krizi işte bu politikanın bir sonucudur. O konuya da bir sonraki yazımızda değinelim inşallah...