Politika, hemen herkesin bir düzeyde ilgilendiği ama özellikle de, gençlerin ilgilenmesi gereken bir sosyal alan… Politika denince doğal olarak herkesin aklına kötü şeyler geliyor. Zira geçmişte şahit olduklarımız korkutuyor hepimizi... Elimizi taşın altına koymaktan özenle imtina ediyoruz. Toplumsal sorunlarla ilgilenme, fikir üretme, tartışma ve uzlaşma anlamında bir hizmet aracı olması gereken politika, Türkiye’de gerçekte neredeyse hiçbir zaman böyle tezahür etmediğinden hemen hepimiz politikaya mesafeli bakıyoruz.
Yaşadıklarımız bize bunu telkin ediyor tabii… Zira 1970’lerde politika merkezli yaşanmışlıklar ve pek çok dönemde politikanın ayağa düşürülmesi bilinç altımızda politikaya sakıncalı piyade muamelesi yapmamıza neden oldu. 12 Eylül, bir çok şeye vurduğu darbeyi, toplumsal zihin kilitlenmesine yol açacak korku toplumu oluşturarak da politikanın zararlı olduğu algısını bilinç altınıza kazıdı.
1990’larda ise politika iyice ayağa düşmüştü. Politikacı ve çıkar çevreleri denince benim şahsen midem bulanıyordu. Zira politika profesyonel yalancıların kontrolünde idi büyük oranda… Politika ile yalan neredeyse eş anlamlı kullanılıyordu. Adeta gölge oyunu oynanıyordu. Hepsi ayıplıydı neredeyse ve hepsi diğerinin kuyusunu kazıyor, kamuoyu da onlara mecburmuş gibi, bu kayıkçı kavgasını medya organları vasıtasıyla takip etmek zorunda kalıyordu. Neyse ki; 2000’li yıllar bunların tasfiyesi ile sonuçlandı ve yeni yüzler politikaya bir miktar saygınlık kazandırdı.
Kanaatimce bir parti çatısı altında olmadan da siyaset yapılabilir. Eş anlamlı gibi düşündüğümüz bu iki kavram, aslında tam da bu noktada birbirinden ayrılıyor. Bir başka deyişle bir parti penceresinden bakarak ürettiğiniz ve kimi zaman inanmadan savunmak zorunda olduğunuz şeyin adıdır politika… Bu bazen bir sosyolojik grubun penceresinden bakmak şeklinde de tezahür edebilir.
Politikadan farklı olarak siyaset; hakikate dair ne varsa, özgürce onun arkasında durmayı gerektirir. İlla da bir partinin ya da sosyal grubun anlayışından değil de, topluma ve ülke geleceğine dair gözlem ve düşüncelerin özgürce paylaşılmasıdır siyaset... Bu konuda geriden gelen nesli beslemek, onların daha bilinçli olmalarına yardımcı olmak ve bütün bunları yaparken menfaat saiki ile davranmamaktır. Belki teknik olarak böyle bir ayırım yoktur ama, şahsen parti ya da sosyal grup merkezli yaklaşımı politika, hizmet merkezli anlayışı da siyaset olarak nitelendirmenin mümkün olduğu kanaatindeyim. Aktif politikanın bu anlayışla yapılması pekala da mümkündür.
Apolitik kavramı tam da bu bahsettiklerimizin aksini ifade ediyor. Yani dünya yansa bir kalbur samanı yanmayan, düşünen değil, sev-genç bir nesil… Bunun önemli ölçüde başarıldığının kanıtı; apolitik-depolitik, kayıp bir neslin, gözlerimizin önünde arz-ı endam ettikleri heyulalarıdır. En son model telefonu almak için anne-babasının başının etini yiyen, mutluluğu gösterişte, modada arayan, elifi görse mertek zanneden bir nesille karşı karşıyayız maalesef…
Apolitiklik başka, depolitiklik başkadır aslında… Bizdekinin adı apolitizasyon, batıdakinin adı depolitizasyon… Politikadan kendi istekleriyle uzaklaşma anlamına gelen depolitizasyon istikrarı anlatırken, apolitizasyon kaosa işaret eder. Zira batı toplumlarında siyaset zeminindeki stabilizasyon ve parti programları arasında uçurumların olmaması, iktidar kim olursa olsun insanların hayatlarında önemli bir değişiklik getirmeyeceğinden, politikaya ilgiyi azaltıyor.
Ancak Türkiye’deki bilinçli bir tercih… Şöyle ki; Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında devlet tehdidi ile politika yapmak yasaklandı malumunuz. Bunun parti içi ya da dışında olmasının da bir önemi yoktu. Cezasının ne olduğunu da ifade etmeye gerek yok. İkinci Dünya Savaşı sonrası gerek dünya konjonktürünün zorlaması ve gerekse de iç baskıların halkı patlama noktasına getirmesi, bunun gevşetilmesini zorunlu kıldı. Süreç içerisinde şirazeden çıktığı varsayılan görece serbest politik hayatın önü sıklıkla kesildi. Bunun adı kimi zaman darbe, kimi zaman muhtıra, kimi zaman da post modern darbe oldu. Demoklesin kılıcı sürekli sallandı yani milletin tepesinde…
1970’li yıllardaki yaşanmışlıklar 1980 sonrası süreçte etkisini gösterdi ve zinde güçler apolitik bir gençliğin kararını verdiler. Risk alarak aradan sıyrılanlar olduysa da, ülke meselelerine dair görüş paylaşımı her zaman sakıncalı görüldü. Görünüşte çok sesli gibi olan siyaset, gerçekte tam bir oligarşik yapıdaydı. Zira basında da politikada da çok seslilik sembolikti. Resmi ideolojinin sesi olmayan hiçbir gücün toplumu yönlendirecek güce ulaşmasına izin verilmedi. Parti iseniz biraz güçlenmeniz bir bahane ile kapatılma nedeni oldu. Rejimin dinamikleri harekete geçirilerek kamuoyu algısı oluşturuldu ve hukuk kılıfına bürünmüş faşist mahkemeler milyonlarca tabanı olan partileri gözlerini kırpmadan kapattılar. Oluşturulan korku ortamında alternatif ilgi alanları da gelişince; futbol, sosyal medya, moda… oligark kesimin yeri sağlamlaştı.
Ankara'nın meşhur valisi Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel Serdengeçti'nin yüzüne kaba bir şekilde ifade ettiği ‘Ulan öküz Anadolulu! milliyetçilik, komünistlik sizin neyinize? Bu ülkede milliyetçilik yapılacaksa biz yaparız. Komünizm getirilecekse biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var; vergi vermek ve askerlik yapmak" şeklindeki düsturu (!) soft bir şekilde yerini aldı.
O meşhur şair ve düşünce adamının, hayal ettiği gençlikle ilgili idealleriyle bitirelim… "kim var! " diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım! " cevabını veren, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur! " duygusu ve dava ahlâkına sahip bir gençlik..." Ümitvar olmaya devam ediyoruz....