Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

BİR SEÇİMİN ARDINDAN

Bir önceki yazımızda Türkiye'deki seçimlerle ilgili değerlendirmelerde bulunmuştum. Bu hafta da seçimin sonuçları ve muhtemel etkileri hakkındaki bilgilerimi, daha çok ekonomik yönüyle, sizinle paylaşacağım. Popülizm, 1990'lı yıllarda; sıradan insanın siyaset-seçim denince aklına gelen iki kavramdan birisiydi. Ama şükürler olsun ki, bu kavramı yeni nesil bilmiyor(du). Hiç öğrenmese de olur. 1990’lı yıllarda halk arasında bilinen ikinci kavram ise rant ekonomisi idi. Bunun da neredeyse unutulmuş olması memnuniyet verici... Ekonominin ilkeleri vardır ve ekonomi bu ilkelere göre yönetilmelidir. Bunların ne olduğu ise o kadar da sır değildir. Hayata geçirildiğinde kimilerinin canı yanar ama ülke bir bütün olarak kazanır. Bir başka deyişle "rant" yani hak etmediği kazancı elde edenler kaybederken, ekonomik refah ülke geneline yayılır. Ancak musluğun başında bulunanlar bunu hiçbir zaman kabullenmek istemezler. Zira, onlar için ülkenin misyonunun ya da refahın ülke geneline yayılıp-yayılmamasının bir önemi yoktur. Öyle ya silah satıcıları için insanların ölmesinin ne sakıncası olabilir ki…? Bazı teorilere göre, siyasetçilerin tek bir amacı vardır; o da tekrar seçilebilmek. Onlar için bu amaca dönük her yol meşrudur. En çok başvurdukları yöntem de; kendilerine emanet edilen kamu kaynakları ile ekonomik kalkınmayı planlamak yerine, bu kaynakları seçmenlerin hoşuna giden, ama ekonomiyi zora sokabilecek riskli alanlara yönlendirme, yani popülizmdir. Kısa vadede refah artışı gibi gözüken bu durumun orta ve uzun vadedeki etkisi; yeni bir ekonomik krizdir. Zira, plansızca dağıtılan fonların geri toplanması, bu suretle ekonomideki açıkların kapatılması ihtiyacı hasıl olmuştur. Olağan kaynaklarla karşılanamayan bu ihtiyaç, kriz bağlantılı olağanüstü düzenlemeleri gerektirir ve bedel yine halka, hem de katmerli bir şekilde ödettirilir. Türkiye'de 1980'li yıllar bu açıdan nisbeten iyi geçti. Bunun bir sonucu olarak ülkemiz bu dönemde en iyi ekonomik performanslardan birisini yakalamıştır. Ancak Özal'dan sonra kurulan hükümetler Türkiye'ye 1990'lı yılları kaybettirdi. Zaten lider açısından zayıf olan bu hükümetler koalisyon hükümeti de olunca, ortaklar kısa sürede rant kavgasına başladılar. Kamu kurum ve kuruluşlarına, liyakatli-liyakatsiz, "kendi adamlarını" doldurdular. Özelleştirmeyi başaramadılar. Neredeyse yangından mal kaçırırcasına kamu kaynaklarını kelepirce-cömertçe yandaşlarına dağıttılar. Kim bilir, belki de bir daha asla iktidar olamayacaklarını sezinlemişlerdir. Böyle bir anlayışın bir daha iktidar olması beklenemez zaten, olmamalı da... Demokrasinin zayıf taraflarından birisi de bu işte. Eğer bir ülkede kurumsal yapılanma yeterince oluşmamışsa, siyasiler hesap vermekten korkmamaktadırlar. Bu döneme ilişkin neredeyse kimse de hesap vermedi zaten. Kendileri iktidarlarını, rant çevreleri de bir kısım mal varlıklarını kaybettiler o kadar... Şimdi krallar gibi yaşıyorlar. Bedelini de yine doğal olarak halk ödedi. Siyasilerin neredeyse hiçbirisi hesap vermedi. Bir-ikisi "yüce divana" çıktıysa da her nasıl becerdilerse aklandılar. Menfaat ilişkisine girdikleri iş çevreleri ise, 2001 krizi gibi Türkiye'nin gelmiş-geçmiş en büyük ekonomik krizinin bedelini halka ödettiler. Bir kısmı 1-2 yıl hapis yattı, o kadar... Sadece doğrudan maliyeti 45 milyar dolar olarak tahmin edilen bu krizin zar-zor yarısı kadar bir kısmı tekrar tahsil edilebildi. Bu süreçte, "malı götürenler" işlerini kaybetse de, yedi nesillerine yetecek paralarını çoktan İsviçre bankalarına aktarmışlardı. Popülizmin keşke sadece ekonomik sonucu olsa... Siyasi sonuç ondan çok daha katmerli... Düşünsenize 1990'lı yıllar Doğu Blok'unun dağıldığı yıllardı. Ve özellikle Sovyet coğrafyasında Türkiye nüfusu kadar soydaş-dindaş yaşıyordu. Ama Türkiye'nin buna dönük hiç bir politikası ve bu politikayı hayata geçirecek parasal kaynağı ya da beşeri sermayesi yoktu. Tarih her zaman şekillenmez. Şekillendiği zamandaki fırsatları da kaçırmamak buna hazır olmak gerekir. Bu konuda sizlerle küçük bir hatıratımı paylaşmak isterim: Henüz çocuk yaşta o zaman ki Yugoslavya ile ilgili kitaplar okurken, bu ülke nüfusunun % 30 kadarının "müslüman" olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Zira bize hiç birşey öğretilmemişti bu konuda... Ne okulumda ne de ailemde... Daha sonra da öğretilmedi. Üniversite yıllarında ise Bosna'da savaş çıkınca, Bosna'yı ve Hersek'i bir çok kişi ilk defa duymuştu. Bu ülkedeki müslümanlara yardım toplayan bir görevlinin "Bosna-HesNekteki Vatandaşlarınıza..." diye bağırdığını hatırlıyorum. Oysa ne orası Bosna Hesnekti, ne de orada yaşayan insanlar bizim vatandaşımızdı. Bir ülkenin savunması hiç bir zaman sınırından başlamaz. ABD taa 10.000 km ötede İran'da, Irak'ta, Suriye'de, Kırım'da... olan bir gelişmeyi kendi güvenliği için tehdit olarak algılıyor. O halde kafamızı kumdan çıkarıp etrafımıza biraz bakmamız lazım. Evet etkinlik geçmişte bir şekilde kaybedilmiş olabilir. Bunu geri kazanma düşüncesini nesilden nesile taşıyacak uzun vadeli projeleri hayata geçirmemiz gerekir. Baksanıza Ermenilere... 1991 yılına kadar bağımsız bir devletleri bile yokken, Türkiye'yi dünya kamuoyu önünde her 24 Nisan'da ne kadar da zor durumda bırakıyorlar. Yunanistan Bizans'ın yeniden ihyası anlamına gelen "megola ideasını" neredeyse 500 yıl sonra tekrar hayata geçirmek istedi ve en zayıf anı kollayarak 1919'da Anadolu'yu işgale kalktı. İşte bu popülizm, burada sadece bir kısmından bahsettiğim, telafisi imkansız sonuçlara yol açıyor. O halde basit siyasi çıkarları bir tarafa bırakarak uzun vadeli planlamalar yapmamız gerekir. Bunun kimin tarafından yapıldığı ise gerçekten birinci düzeyde önemli değil... Ancak siyasi kutuplaşmanın tavan yaptığı dönemlerde bunları görme imkanı yok maalesef... Seçim ekonomisinin bir de pozitif tarafı vardır. Biraz da onun üzerinde duralım. Zira seçimin siyasi partilere bir maliyeti söz konusu... Onca kampanya, reklam, afiş, tabela, seçim büroları, mitingler, kiralanan vasıtalar... ekonomide bir canlanma, hareketlenme oluşturmakta ve sektörde faaliyet gösterenler de bundan nemalanmaktadır. Bu durum, geçici de olsa istihdama yansımakta, siyasi partilerin hazineden aldıkları yardımlar ya da gönüllülerin yaptığı bağışlar, canlı bir kampanyaların yapılmasına ortam sağlamakta, bu da piyasaların hareketlendirmektedir. Bir başka deyişle üç aylık süre içerisinde milyarlarca lira piyasada el değiştirmektedir. Her şeyin bir maliyeti olduğu gibi, ülkeyi yönetmeye talip olmanın da bir maliyetinin olması çok önemli olmasa gerek... Elbette seçimin gerçek maliyeti yukarıda izah etmeye çalıştığımız popülist politikalardır. 2001 kriziyle dip yapan bu politikalar, yeni kurulan partilere de ilham kaynağı oldu ve gerek 2001 krizi sonrası alınan olağanüstü tedbirler, gerekse 2002'den sonra kurulan hükümetlerin popülizme gitmeme konusundaki hassasiyetleri ekonomimizin bünyesini güçlendirmiş, böylece benzer krizler tekrar yaşanmamıştır. 2007 sonrası yaşanan küresel kriz elbette ekonomimizi etkilemiş, ancak Avrupa ülkelerinde görülen derin etki hiç bir zaman gözlemlenmemiş, yaygın iflaslar yaşanmamıştır. Tabii daha da önemlisi alınan bu köklü tedbirler, elbette başka unsurların da etkisiyle, geçmiştekinin aksine iktidarların oy kaybetmesine değil, oylarını hem sayısal, hem de oransal olarak artırmasına yardımcı olmuştur. Zira uygulanan politikalar, ekonominin gerekleri çerçevesinde olunca, önce enflasyon kontrol altına alınmış, arkasından paradan sıfır atılarak TL'ye itibar kazandırılmış, borçlanma rakamsal olarak olmasa da oransal olarak azaltılmış, bütçe açıkları minimum düzeye indirilmiş ve halkın genelini ilgilendiren konular önceliğe alınarak, refah artışı tabana yayılmış ve bu da ilgili siyasi partinin oylarının sürekli yükselmesini sağlamıştır. Kazanç iki türlü yani... Popülizmin aksine hem ekonomi, hem ilgili parti kazanmaktadır. Ama maalesef bu son seçimde muhalefetin başlattığı popülizme iktidar partisi de cevap verdi ve kazanamadı. 
Ekleme Tarihi: 22 Haziran 2015 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

BİR SEÇİMİN ARDINDAN

Bir önceki yazımızda Türkiye'deki seçimlerle ilgili değerlendirmelerde bulunmuştum. Bu hafta da seçimin sonuçları ve muhtemel etkileri hakkındaki bilgilerimi, daha çok ekonomik yönüyle, sizinle paylaşacağım. Popülizm, 1990'lı yıllarda; sıradan insanın siyaset-seçim denince aklına gelen iki kavramdan birisiydi. Ama şükürler olsun ki, bu kavramı yeni nesil bilmiyor(du). Hiç öğrenmese de olur. 1990’lı yıllarda halk arasında bilinen ikinci kavram ise rant ekonomisi idi. Bunun da neredeyse unutulmuş olması memnuniyet verici...

Ekonominin ilkeleri vardır ve ekonomi bu ilkelere göre yönetilmelidir. Bunların ne olduğu ise o kadar da sır değildir. Hayata geçirildiğinde kimilerinin canı yanar ama ülke bir bütün olarak kazanır. Bir başka deyişle "rant" yani hak etmediği kazancı elde edenler kaybederken, ekonomik refah ülke geneline yayılır. Ancak musluğun başında bulunanlar bunu hiçbir zaman kabullenmek istemezler. Zira, onlar için ülkenin misyonunun ya da refahın ülke geneline yayılıp-yayılmamasının bir önemi yoktur. Öyle ya silah satıcıları için insanların ölmesinin ne sakıncası olabilir ki…?

Bazı teorilere göre, siyasetçilerin tek bir amacı vardır; o da tekrar seçilebilmek. Onlar için bu amaca dönük her yol meşrudur. En çok başvurdukları yöntem de; kendilerine emanet edilen kamu kaynakları ile ekonomik kalkınmayı planlamak yerine, bu kaynakları seçmenlerin hoşuna giden, ama ekonomiyi zora sokabilecek riskli alanlara yönlendirme, yani popülizmdir. Kısa vadede refah artışı gibi gözüken bu durumun orta ve uzun vadedeki etkisi; yeni bir ekonomik krizdir. Zira, plansızca dağıtılan fonların geri toplanması, bu suretle ekonomideki açıkların kapatılması ihtiyacı hasıl olmuştur. Olağan kaynaklarla karşılanamayan bu ihtiyaç, kriz bağlantılı olağanüstü düzenlemeleri gerektirir ve bedel yine halka, hem de katmerli bir şekilde ödettirilir.

Türkiye'de 1980'li yıllar bu açıdan nisbeten iyi geçti. Bunun bir sonucu olarak ülkemiz bu dönemde en iyi ekonomik performanslardan birisini yakalamıştır. Ancak Özal'dan sonra kurulan hükümetler Türkiye'ye 1990'lı yılları kaybettirdi. Zaten lider açısından zayıf olan bu hükümetler koalisyon hükümeti de olunca, ortaklar kısa sürede rant kavgasına başladılar. Kamu kurum ve kuruluşlarına, liyakatli-liyakatsiz, "kendi adamlarını" doldurdular. Özelleştirmeyi başaramadılar. Neredeyse yangından mal kaçırırcasına kamu kaynaklarını kelepirce-cömertçe yandaşlarına dağıttılar. Kim bilir, belki de bir daha asla iktidar olamayacaklarını sezinlemişlerdir. Böyle bir anlayışın bir daha iktidar olması beklenemez zaten, olmamalı da...

Demokrasinin zayıf taraflarından birisi de bu işte. Eğer bir ülkede kurumsal yapılanma yeterince oluşmamışsa, siyasiler hesap vermekten korkmamaktadırlar. Bu döneme ilişkin neredeyse kimse de hesap vermedi zaten. Kendileri iktidarlarını, rant çevreleri de bir kısım mal varlıklarını kaybettiler o kadar... Şimdi krallar gibi yaşıyorlar. Bedelini de yine doğal olarak halk ödedi. Siyasilerin neredeyse hiçbirisi hesap vermedi. Bir-ikisi "yüce divana" çıktıysa da her nasıl becerdilerse aklandılar. Menfaat ilişkisine girdikleri iş çevreleri ise, 2001 krizi gibi Türkiye'nin gelmiş-geçmiş en büyük ekonomik krizinin bedelini halka ödettiler. Bir kısmı 1-2 yıl hapis yattı, o kadar... Sadece doğrudan maliyeti 45 milyar dolar olarak tahmin edilen bu krizin zar-zor yarısı kadar bir kısmı tekrar tahsil edilebildi. Bu süreçte, "malı götürenler" işlerini kaybetse de, yedi nesillerine yetecek paralarını çoktan İsviçre bankalarına aktarmışlardı.

Popülizmin keşke sadece ekonomik sonucu olsa... Siyasi sonuç ondan çok daha katmerli... Düşünsenize 1990'lı yıllar Doğu Blok'unun dağıldığı yıllardı. Ve özellikle Sovyet coğrafyasında Türkiye nüfusu kadar soydaş-dindaş yaşıyordu. Ama Türkiye'nin buna dönük hiç bir politikası ve bu politikayı hayata geçirecek parasal kaynağı ya da beşeri sermayesi yoktu. Tarih her zaman şekillenmez. Şekillendiği zamandaki fırsatları da kaçırmamak buna hazır olmak gerekir.

Bu konuda sizlerle küçük bir hatıratımı paylaşmak isterim: Henüz çocuk yaşta o zaman ki Yugoslavya ile ilgili kitaplar okurken, bu ülke nüfusunun % 30 kadarının "müslüman" olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Zira bize hiç birşey öğretilmemişti bu konuda... Ne okulumda ne de ailemde... Daha sonra da öğretilmedi. Üniversite yıllarında ise Bosna'da savaş çıkınca, Bosna'yı ve Hersek'i bir çok kişi ilk defa duymuştu. Bu ülkedeki müslümanlara yardım toplayan bir görevlinin "Bosna-HesNekteki Vatandaşlarınıza..." diye bağırdığını hatırlıyorum. Oysa ne orası Bosna Hesnekti, ne de orada yaşayan insanlar bizim vatandaşımızdı.

Bir ülkenin savunması hiç bir zaman sınırından başlamaz. ABD taa 10.000 km ötede İran'da, Irak'ta, Suriye'de, Kırım'da... olan bir gelişmeyi kendi güvenliği için tehdit olarak algılıyor. O halde kafamızı kumdan çıkarıp etrafımıza biraz bakmamız lazım. Evet etkinlik geçmişte bir şekilde kaybedilmiş olabilir. Bunu geri kazanma düşüncesini nesilden nesile taşıyacak uzun vadeli projeleri hayata geçirmemiz gerekir. Baksanıza Ermenilere... 1991 yılına kadar bağımsız bir devletleri bile yokken, Türkiye'yi dünya kamuoyu önünde her 24 Nisan'da ne kadar da zor durumda bırakıyorlar. Yunanistan Bizans'ın yeniden ihyası anlamına gelen "megola ideasını" neredeyse 500 yıl sonra tekrar hayata geçirmek istedi ve en zayıf anı kollayarak 1919'da Anadolu'yu işgale kalktı.

İşte bu popülizm, burada sadece bir kısmından bahsettiğim, telafisi imkansız sonuçlara yol açıyor. O halde basit siyasi çıkarları bir tarafa bırakarak uzun vadeli planlamalar yapmamız gerekir. Bunun kimin tarafından yapıldığı ise gerçekten birinci düzeyde önemli değil... Ancak siyasi kutuplaşmanın tavan yaptığı dönemlerde bunları görme imkanı yok maalesef...

Seçim ekonomisinin bir de pozitif tarafı vardır. Biraz da onun üzerinde duralım. Zira seçimin siyasi partilere bir maliyeti söz konusu... Onca kampanya, reklam, afiş, tabela, seçim büroları, mitingler, kiralanan vasıtalar... ekonomide bir canlanma, hareketlenme oluşturmakta ve sektörde faaliyet gösterenler de bundan nemalanmaktadır. Bu durum, geçici de olsa istihdama yansımakta, siyasi partilerin hazineden aldıkları yardımlar ya da gönüllülerin yaptığı bağışlar, canlı bir kampanyaların yapılmasına ortam sağlamakta, bu da piyasaların hareketlendirmektedir. Bir başka deyişle üç aylık süre içerisinde milyarlarca lira piyasada el değiştirmektedir. Her şeyin bir maliyeti olduğu gibi, ülkeyi yönetmeye talip olmanın da bir maliyetinin olması çok önemli olmasa gerek...

Elbette seçimin gerçek maliyeti yukarıda izah etmeye çalıştığımız popülist politikalardır. 2001 kriziyle dip yapan bu politikalar, yeni kurulan partilere de ilham kaynağı oldu ve gerek 2001 krizi sonrası alınan olağanüstü tedbirler, gerekse 2002'den sonra kurulan hükümetlerin popülizme gitmeme konusundaki hassasiyetleri ekonomimizin bünyesini güçlendirmiş, böylece benzer krizler tekrar yaşanmamıştır. 2007 sonrası yaşanan küresel kriz elbette ekonomimizi etkilemiş, ancak Avrupa ülkelerinde görülen derin etki hiç bir zaman gözlemlenmemiş, yaygın iflaslar yaşanmamıştır.

Tabii daha da önemlisi alınan bu köklü tedbirler, elbette başka unsurların da etkisiyle, geçmiştekinin aksine iktidarların oy kaybetmesine değil, oylarını hem sayısal, hem de oransal olarak artırmasına yardımcı olmuştur. Zira uygulanan politikalar, ekonominin gerekleri çerçevesinde olunca, önce enflasyon kontrol altına alınmış, arkasından paradan sıfır atılarak TL'ye itibar kazandırılmış, borçlanma rakamsal olarak olmasa da oransal olarak azaltılmış, bütçe açıkları minimum düzeye indirilmiş ve halkın genelini ilgilendiren konular önceliğe alınarak, refah artışı tabana yayılmış ve bu da ilgili siyasi partinin oylarının sürekli yükselmesini sağlamıştır. Kazanç iki türlü yani... Popülizmin aksine hem ekonomi, hem ilgili parti kazanmaktadır. Ama maalesef bu son seçimde muhalefetin başlattığı popülizme iktidar partisi de cevap verdi ve kazanamadı. 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.