Ortaçağda Avrupa’da kiliseye karşı başlatılan hareket, egemenliğin “gökten yere indirilmesi” olarak algılandı. Bilimsel gerçeklere karşı çıkan, hakkı olmayan bir otorite oluşturan, insanların kutsal duygularını sömüren skolastik düşünceye karşı Almanya’da Martin Luther’in başlattığı eylem, Protestan anlayışı doğurdu. Bu süreç kilisenin devlet ve toplum nezdindeki etkisini giderek azalttı. 1700’lü yıllardaki gelişmeler yüzyılın sonuna doğru (1789) devrimle sonuçlanınca kilisenin devlet, dolayısıyla egemenlik üzerindeki bütün yetkileri sonlandırıldı. Laiklik ve seküler düşünce bu şekilde doğdu ve “tanrının” devlet işleyişine dair hâkimiyetine son verildi. Yani bir anlamda “tanrıya” karşı bir zafer kazanılmıştı.
Süreç içerisinde din, “insanların bireyseli” (iç dünyaya ilişkin) haline dönüştürüldü. Kiliseler bütün imkân ve teşviklerine rağmen, kitleler üzerinde etkinliğini yitirdi. İnsanların önemli bir kısmı yine bu süreç içerisinde Hıristiyanlıkla bağını kopardı ve din onlar için sadece kültürel bir ritüel haline dönüştü. Sömürgeciliğin hız kazandığı bu dönem, Avrupa’da güçlü devletlerin oluşmasına yardımcı oldu. Avrupa Ortaçağın karanlıklarından bu şekilde kurtulmuş oldu.
Demokrasinin tarihi Eski Yunan’a, Aristo’ya, Eflatun’a, kadar götürülse de günümüzdeki anlamda demokrasi 1700’lü yıllarda özellikle Fransız düşünürlerin katkısıyla gelişti. Daha önce kanton düzeyinde ilgi gören ve o dönemde Yunan filozoflar tarafından "ayak takımının yönetimi" olarak nitelendirilen demokrasi Fransız devrimi ve Amerikan bağımsızlık bildirgesiyle ilk defa “kitlesel” olarak uygulanma zemini yakalamıştır.
Bununla birlikte demokrasiyi sınırlandıran etkenler de yok değildir. Abraham Lincoln tarafından yapılan “halkın halk için, halk tarafından yönetimi” şeklindeki demokrasi tanımı aslında demokrasinin gerçek yüzüdür. Ancak uygulamada bu bir “hayal” olmaktan öte gidememiştir. Günümüzde yaygın olarak uygulanan “temsili demokrasi” ise ilk uygulandığı şeklinden çok uzaktır. Jean Jacques Rousseau’nun ifadesiyle “gerçek demokrasi sadece bir idealdir.” Dolayısıyla temsili demokrasi ile gelen hiçbir siyasi iktidar halkın hür iradesini tam olarak yansıtamaz. Bu yüzden sınırsız yetkileri içeren bir yönetim vekâletnamesi de verilemez. Aksi halde monarşi, otarşi veya oligarşi ile demokrasinin bir farkı kalmaz. Sadece diktatörlük kendisine meşru bir yöntem bulmuş olur.
Yine çok çeşitli nedenlerden dolayı seçmenlerin bir kısmı yeterince ve doğru şekilde bilgilendirilemez. Okuma yazma oranının düşüklüğü, basının yanlış ve taraflı bilgilendirme yapması ya da bilgilendirmenin engellenmesi gibi sebeplerle seçmen tarafsız bir ortamda bilgilendirilmemekte ve manipülasyonlara açık olabilmektedir. Özellikle demokrasi kültürünün yeterince yerleşmediği ülkelerde bu sorunların daha fazla görüldüğü bir gerçektir. Türkiye’de özellikle 1990’lı yıllarda yapılan seçimlerde toplumun geneline hitap eden basın yayın organlarının tarafsız davranmaması, 2000’li yıllarda yaşanan kutuplaşmalar seçmenleri manipüle etmiş ve halk iradesinin parlamentoya doğru bir şekilde yansımamıştır.
Batıdaki dönüşüm zaman içerisinde Doğu’ya, daha doğrusu İslam dünyasına da sirayet etmiştir. Osmanlı’da batılılaşmanın tarihi biraz daha geriye götürülebilirse de 1839 Tanzimat Fermanı milat kabul edilebilir. Osmanlı’nın durdurulamayan geri gidişine çare arayan dönemin ileri gelenleri, Tanzimat’ı ilan ederek batı tarzı bir yönetime geçmenin ilk adımını atmış oldular. Sonraki süreçte (1856) Islahat Fermanı’yla güçlenen yapı, 1876’da kabul edilen Teşkilat-ı Esasi ve meşruti monarşi (seçimler olduğu ve meclis oluşturulduğu için) demokrasiye atılan ilk somut adım olarak kabul edilebilir. Başarısız olan bu süreç 1909 yılında yapılan bir darbeyle “ikinci” kez hayata geçirildi. İttihatçıların yönettiği bu süreç ise tam bir fecaatle sonlandı. Zira süreç, “bozuk para gibi harcanan” (kavram merhum Turgut Özal’a aittir) Osmanlı’nın tarihe gömülmesiyle neticelendi.
Ve Türkiye Cumhuriyeti: Artık tamamen yepyeni bir dönem başladı. Padişah ve halifenin olmadığı bir ortamda Cumhuriyet ilan edilerek yeni bir yönetime geçildi. Bir-iki deneme başarısız olunca, çok partili hayata geçiş, yani demokrasi, 1950’ye kadar ertelendi. 1946’daki göstermelik seçimi saymazsak, 1950’de II. Dünya Savaşı sonrası yeniden kurulan dünya dengelerinin zorlaması ile Osmanlı-Türk tarihinde ilk defa özgür bir seçim yapıldı. Demokrasi denince ilk akla gelen seçim olduğundan, 1876’daki kısa deneyim bir tarafa bırakılırsa, bu dönem demokrasiye geçişte gerçek anlamda ilk örnek olarak nitelendirilebilir. Ancak demokrasi ilk defa 1961 anayasası ile kavramsal olarak hukuk sistemimize girmiştir.
Bu tarihten sonra demokrasi insanların ağzında pelesenk oldu Türkiye’de… Ancak sosyal demokratlar da, liberal çizgidekiler de, muhafazakârlar da demokrasiden farklı şeyler anladı. Faşizmin diğer bir adı olarak “militan demokrasi” bile dillendirildi. Halkın iradesi bir türlü meclislere gerçek anlamda yansıyamadı. Zira her bir seçim değişik yöntemlerle doğrudan ya da dolaylı, içerden veya dışardan manipüle edilmekteydi. Darbelerin gerekçesi bile demokrasi. Demokrasinin çok önemli bir vazgeçilmezi olan siyasi partiler yine aynı gerekçelerle kapatıldı. Yani “Demokles’in kılıcı” sürekli siyasi partilerin tepesinde sallandırıldı. Darbeler, muhtıralar birbirini kovaladı. Süreç 2002’ye kadar devam etti. 1999’daki gerçek deprem, 2001’deki derin ekonomik krizle perçinleşince 2002’deki siyasi deprem Türkiye için yeni dönemin başlangıcı oldu.
Şüphesiz demokrasi bir din değildir. Hatta demokrasi bir anlamda din kurumlarıyla (kiliseyle) mücadele ederek oluşturulmuştur. Ancak Müslümanlık açısından durum farklıdır. İslam, insan hayatını bütüncül olarak ele alan bir dindir. Kilisenin etkisinin kırıldığı dönem aynı zamanda Hıristiyanlığın “daraltıldığı” bir dönemdir. Bu girişim 20. yüzyılda İslam için de geçerli olmuş, din aynen Hıristiyanlıkta olduğu gibi “kişinin bireyseline” indirgenmek istenmiştir. Daha açık deyimle kişinin bireyselini ilgilendiren itikat ve ibadette bir mahsur görülmezken, sosyal hayatı ve devlet düzenini ilgilendiren “muamelat” ayağı yok farz edilmiştir.
Müslümanların günümüzdeki temel sorunlarından birisi, dini günümüz meselelerini yorumlayacak şekilde anlayamamaktır. Maalesef İslam dünyası, Abbasiler döneminin Bağdat’ında olduğu gibi bilimin ve düşünce üretilen kurumların merkezi değildir. Kanaatimce Müslümanların düşünsel bazda ciddi bir yenilenmeye ihtiyacı vardır. Bunun anlamı bir reform ihtiyacı değil; dinin günün şartlarına göre yorumlanması, anlaşılmasıdır. Bu, kişisel-keyfi yorumlama anlamına gelmemelidir, kişisel bir düşünce de değildir. Dinin bizatihi kendisi zaten bunu öngörmektedir. Zira temel iki kaynak (Kur’an ve Sünnet) genel bir çerçeve çizer. Bu iki kaynağa aykırı olmamak şartıyla içtihat müessesesinin işletilmesi, dinin günün koşullarına göre yorumlanmasına yardımcı olur. İçtihat müessesesinin gereğine işaret eden bilindik bir Hadisi Şerif’in ifade ettiği gibi “ümmetin ihtilafı rahmettir.”
Demokrasi belki diktatörlüğe, belki oligarşiye, belki vesayetçi-jakoben anlayışa, belki faşizme göre daha iyidir, ama o kadar. Bu sıralama kendi kategorisi için geçerlidir. İslam bir dindir ve demokrasi bunun yerine ikame edilemez. İslam’ı bütünüyle demokrasi sınırları içerisinde yorumlamak, dini değil demokrasiyi esas almaktır. Bir başka deyişle demokrasiye uymayan din kurallarının sizin nezdinizdeki kabul edilebilirliği nedir? Eğer dinin demokrasiye uymayan taraflar sizin kafanızda sorun teşkil ediyorsa burada din açısından bir sorun var demektir. Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte İslam dininin devlete ve topluma dönük ayağı (muamelat) insanların inanç sistemlerinin bir parçası olmaktan çıkarılmıştır. İslam dininin temel dayanağı tevhid, “egemenliğin” kime ait olduğunu da içerir. Bu konu Müslümanların ezici bir çoğunluğu tarafından hiçbir şekilde dile getirilemez.