Devletlere verilen rol arttıkça, hükümetler kamu hizmetlerini vergilerle finanse etmek yerine borçlanmayı tercih etmektedir. Fon açığını kapatmak üzere iç tasarruflar yeterli gelmediğinde dış tasarruflara yönelen ‘gelişmekte olan’ ülkeler zaman içerisine sarmala girmekte, borcunu çeviremeyince de ekonomik kriz içerisine düşmektedir. Buradaki sarmal borç ve borç faizine ilişkin olup, Türkiye’de 2001 krizinde olduğu gibi bütün vergi gelirleri dahi faiz ödemesine yeterli gelmemekte (%103), alınan yeni borçlar oluşan kısır döngüyü katmerleştirmektedir.
Böyle dönemlerde faiz cazip ve garanti, ticaret ve üretime yüksek riskli olduğundan şirketler birikimlerini ticarete ve üretime ayırmak yerine devlete borç vermek için kullanmakta, bir başka deyişle üretim yapmaktan vazgeçmektedir. Nitekim 2001 krizi öncesinde Türkiye’de ‘faaliyet dışı gelir’ olarak isimlendirilen bu gelirler firmalar bakımından % 80’e yükselmiş, vergi rekortmenleri de banka faizi geliri elde edenler arasından çıkar olmuştur. İstisna ve olağanüstü olması gereken borçlanma kural olmanın da ötesine geçerek, bir miktar birikimi olan herkes devlete borç verir hale gelmiş ve arkasından da doğal olarak o meş’um 2001 krizi patlak vermiştir. Kriz tamamen finansal merkezli olup, krizin merkezindeki batık bankalar zaten devlete borç vermek üzere kurulmuştu.
Borçlanma daha çok devletlerin başvurduğu bir araç olup, özel sektör kaynak temininde finansal piyasaları tercih etmektedir. İç tasarruflar yetersiz olduğunda dış tasarruflardan faydalanmak adına finansal piyasalardan yararlanılmaktadır. Zira içeriden karşılanamayan fon açıkları, fon fazlası olan devletlerden onlara başta faiz olmak üzere çeşitli menfaatler sağlanarak bu fonların ülkeye girişi teşvik edilmektedir.
Finansal piyasalarda sayısı belirsiz enstrüman vardır ve bu piyasalar esasen 1980'li yıllardan sonra yaygınlaşmıştır. İktisatta 'sıcak para' olarak ifadesini bulan bu fonlar, sermaye piyasaları aracılığı ile bir ülkeye girdiğinde kredilerin maliyetleri düşmekte, piyasaya zerkedilen bu fonlar vasıtasıyla yatırım ve istihdam oluşturulması amaçlanmaktadır. Amaca ne kadar hizmet ettiği tartışmalı olmakla birlikte bir şekilde kullanmak isteyen fon bulabilmekte ve bu fonların maliyeti de piyasadaki miktarına göre farklılaşmaktadır.
Portföy işletmeciliği olarak da ifade edilen bu faaliyet türüne daha çok bankalar aracılık etmektedir. Borsa da bir başka etkili araçtır. Döviz, faiz, borsa üçgenindeki bu yapı bizzat kendisi nakit akışı olmakla birlikte, reel sektörü desteklemediği de söylenemez. Reel sektörü desteklediği oranda da yatırım ve istihdam anlamına gelmektedir. Ancak portföy işletmeciliği günümüzde bu asıl amaçtan sapmış olup, merkeze faiz tabanlı fon satışı yerleşmiştir.
Türkiye de İstanbul Finans Merkezini kurarak bu büyük pastadan pay almayı hedeflemektedir. Ancak finans merkezi olmakla finans merkezi açmak aynı anlama gelmemektedir. Zira Londra gibi New York gibi İsviçre gibi merkezlerin köklü geçmişi olup, adı sanı bilinen Singapur, Dubai gibi merkezler bu merkezlerle bağlantılı olarak çalışmaktadır. Bir zamanlar İngilizlerin kurduğu Hong-Kong yanında Tokyo, Frankfurt, Paris, Sidney, Amsterdam gibi finans merkezlerinin rekabet gücü varsa da, Türkiye gibi ‘küçük’ piyasalar bakımından aynı şeyi söylemek fevkalade zordur.
Öte yandan bu finans merkezlerine ev sahipliği yapan devletler uluslararası kara para aklama merkezleri olan vergi cennetleri ile de sıkı temas içerisinde olup, off-shore (kıyı-ofşor) bankacılığı vasıtasıyla bu bölgelerde tutulan fonları ülkelerine çekerek bir yandan bu fonları aklamakta bir yandan da sermaye piyasası araçlarıyla fon açığını olan az gelişmiş ülkelere aktarmaktadır. Türkiye bu imkanlara ve tecrübeye sahip değildir; misyonu gereği olması da gerekmez.
Anlaşıldığı üzere finansal piyasalar esasen büyük ülkelerin kontrolündedir. Ayrıca kısa vadeli olan finansal piyasalar bu devletleri dengeleyemediğiniz sürece ülkeniz bakımından finansal operasyonlara araç olma zemini de oluşturmaktadır. Nitekim 2018’den beri Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunların kaynağında esasen bu operasyonlar vardır. Kimilerinin ‘dıj güjler’ diye politik argümanlarla itibarsızlaştırdığı bu operasyonları yürütenler gücünü önemli ölçüde sermaye piyasalarından almaktadır.
Durumu konvansiyonel savaşa benzeterek de açıklayabiliriz. Nitekim düşmanla gücünüz varsa mücadele edebilirsiniz. Gücünüz, ordunuzun gücü ve askerinizin inancı ile paraleldir. Savaşı kazanabilmek için ise ‘oyun değiştirici’ güçte olmanız gerekir. Sözgelimi köklü bir geçmişi olan ve son 20 yıldır büyük bir atak içerisinde olan Türkiye, konvansiyonel anlamda bölgesel gücünü kanıtlamışken, aynı şeyi finansal piyasalar için söyleyemiyoruz. Zira dünya ekonomisindeki yeri itibariyle yüzde 1'in biraz üzerindeki ve bindelerle ölçülen finansal piyasalardaki büyüklüğü ile bu piyasaları dengeleme gücümüz yoktur.
Üstelik köklü bir geçmişten de bahsedilemez. 1980 sonrası yaygınlaşan finansal piyasalara Türkiye ithal ikameci ve devletçi politikalardan ‘dışa açık’ ve ihracata dayalı ekonomi modeline geçerek. Dünya konjonktürünü yakalama çabasına girmiş, borsayı aktive etmiş, islami sermayeyi çekmek üzere özel finans kurumlarının (bugünkü katılım bankaları) kuruluşunu sağlamış, serbest bölgeleri yaygınlaştırmış, bankacılığı özel sektöre açmak gibi adımlar atmışsa da Türkiye bu piyasada hala çok ‘küçük’ bir oyuncudur. Bu yüzden finansal operasyonlara aynı güçte cevap veremiyor.
Öte yandan gerçek bir üretim ekonomisi olmaması nedeniyle oyun kurucu ya da değiştirici olamayan ülkeler ekonomik ya da finansal krizler yaşandığında ilk ve en çok etkilenen ülkeler olmakta, derin ekonomik hatta sosyal-siyasal sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedir. Nitekim 2007 krizinde, İsviçre gibi bir finans ülkesi olmak isteyen ancak yeterli tecrübesi olmaması nedeniyle tepe taklak olan İzlanda bu sorunu derinden yaşamıştır. 2008 krizinden en çok etkilenen diğer ülkeler de üretim ekonomisi zayıf ülkeler idi. Yunanistan böyledir mesela... İngiltere gibi güçlü bir ülke bile finans piyasasındaki büyüklüğü nedeniyle krizden etkilenmiştir.
Bugün önde gelen devletlerin tamamı gayri safi hasılalarının önemli bir kısmını finans sektöründen temin etmektedir. İngiltere bu konuda başat ülke olup, Amerika’nın da önündedir. Malum; İngiltere Rothschild Ailesi vasıtasıyla bu piyasada köklü bir geçmişe sahiptir. İsviçre gibi gayri safi hasılası finans sektörüne dayalı ülkeler de vardır. Dünyanın orasında burasında ama genellikle gözden ırak yerlerdeki vergi cennetleri ve off-shore bankaları kara para ya da yasadışı fonların yönetim merkezidir ve bu merkezler o malum büyük devletlerin kontrolündedir.
Elbette bir yerlerden başlanılmalı... Nitekim Türkiye geçmişte neredeyse hiçbir şey üretemezken 2000’li yılların başında özellikle de savunma sanayiinde bariyerleri aşmış ve bölgesini aşacak şekilde söz sahibi olmuştur. Böyle bir şeyin finans sektöründe olamayacağını söylemek de doğru olmaz elbette... Ancak finans sektörünün ekonominin büyüklüğü ile ilgisi yanında uluslararası kara para trafiği ile de ilişkisi vardır. ‘Ben de oyuncu olacağım’ demek farklı bir durum olup iddia ve misyonunuzdan vazgeçmenizi gerektirmektedir.
Türkiye için iyi bir seçenek İslami finansın merkezi olma iddiası olmalıdır. Zira 4-5 trilyon dolar olan bir potansiyelden bahsedilmektedir. Bu piyasaların reel sektör merkezli olması da krizlere dayanıklılık bakımından önemlidir. Zira konvansiyonel (faizli) finans piyasaları üretim ekonomisini zayıflatmaktadır. Normal zamanlarda ‘sürdürülebilirliği’ mümkün olsa da olağanüstü zamanlarda çok hızlı etkileşime girmekte ve ülkeleri iflasa sürüklemektedir. Durum bir miktar kritik olduğunda, finansal piyasaların çekip gitmesini önleyecek bir mekanizma yoktur. Tam tersine sistem kolay giriş ve çıkışlar üzerine kurulmuştur. Bu yüzden ekonomilerin finansal piyasalara dayalı olarak oluşturulması bünyesinde uzun vadeli sakıncalar barındırmaktadır.
Ya güçlü-oyun kurucu bir devlet olacaksınız, ki bugün Çin bile bunu başaramamakta Rusya altında ezilmektedir, ya da ekonominizi Almanya, Japonya gibi üretim ekonomisine dayandıracaksınız. Bu iki ülke reel sektör merkezli olduğundan, özellikle Japonya’nın dünyanın en borçlu ülkesi olmasına rağmen 2007 finansal krizinden derinden etkilenmediğini ifade etmek isterim.
İslami finans merkezi olmak Türkiye için bir yandan ‘oyuncu’ olma rolünü yerine getirme fırsatı verecekken, İslami finansın üretim ekonomisini finanse etmesi nedeniyle ekonomimiz krizlere karşı da dayanıklı olacaktır. İslam iktisadının uygulanabilirliğini göstermesi ise Afyon usulü kaymaklı ekmek kadayıfı kıvamında ve tadında olacaktır.