Üniversite eğitiminin de içerisinde bulunduğu eğitim sistemimizin temel sorunlarından birisi de sistemin analitik ve akademik düşünme yerine bilgi yükleme odaklı olması ve ezberciliğe dayandırılmasıdır. Okullara öğrenci alınması da aynı anlayışa dayanır. Daha fazla bilen (ya da ezberlemiş olan) öne geçmektedir. Şahsen ben akademik ve analitik düşünmeyi kısmen yüksel lisans, ama daha çok doktora esnasında öğrendim. Allah’tan eğitim sistemimiz lisansüstü düzeyde de olsa akademik düşüncenin kıyısından geçmektedir. Yurtdışında sadece lisansüstü (master, doktora, post doktora ve her düzeyde araştırma ve uygulama) eğitimde uzmanlaşmış üniversiteler vardır. Türkiye’de de bu maksatlı açılan üniversitelerin varlığı, daha da önemlisi bu düşünceleri uygulamaya dökecek sivil toplum oluşumu olan think-thank kuruluşlarının yaygınlaşması iyiye gidişin bir göstergesidir.
İletişim imkânlarının bu denli geliştiği günümüzde öğrencilere tek taraflı bilgi yüklemek yerine, onların bilgiye farklı kanallardan ulaşmalarını temin etmek üzere rehberlik etmek eğitim kurumları için daha önemli bir vazife olmalıdır. Aslında dünya bu sistemi keşfetmiştir. PISA (Programme for International Student Assessment-Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı PISA) projesi, 15 yaş altı öğrenciler için yaptığı değerlendirmede öğretim programlarında yer alan matematik, fen bilimleri ve okuma becerileri konu alanlarıyla ilgili bilgileri ne dereceye kadar öğrendikleri değil, sahip oldukları bu bilgi ve becerileri içinde yaşadıkları toplumda karşılaştıkları gerçek ortamlarla ilişkilendirme ve olası sorunları çözümlemede kullanabilme yeteneğini ölçmeyi amaçlamaktadır. OECD’nin bu konuda yaptığı bir araştırmada Türkiye OECD ülkeleri arasında Meksika’dan daha iyi fakat diğer OECD ülkelerinin tamamının altında yer almıştır. En başarılı ülke ise eğitim sistemini yaşamın bir parçası haline getiren Finlandiya’dır.
Özellikle üniversite eğitiminde öğrencilerin hayatı öğrenmesine yardımcı olacak programları önceliklemek gerekmektedir. Öğrenci klüpleri buna kısmen yardımcı olmaktadır. Ancak öğrenci klüpleri tamamen gönüllülük esasına dayanmaktadır ve pek çok öğrenci klübünün faaliyetleri son derece sınırlıdır. Üniversiteler; öğrencilerin sosyal, sportif ve kültürel aktivitelere katılmalarını teşvik edici uygulamaları artırmalıdır. Gelişmişlik farklılıklarının bölgesel olarak yüksek olduğu ülkemizde bir anlamda rehabilitasyon amaçlı bu tür faaliyetlerin önemi bir kat daha fazladır. Üniversitelerde bu konuya özel bir önem verilmeli, bir koordinasyon kurulu oluşturulmalı ve bütçe ayrılmalıdır.
Yıllar önce hatırladığım bir gerçek ise öğretim elemanlarının dahi üniversitenin kısıtlı sportif tesislerine para ödeyerek girmeye mecbur bırakılması idi. O zamana kadar kullandığım tesisleri protesto maksatlı kullanmayı bırakmıştım ama değişen bir şey olmadı süreç içerisinde. Zira zihniyet değişimini gerektiren böyle bir durumun kişilerin değişmesiyle mümkün olmadığını da biliyordum. Süreç içerisinde bu tür faaliyetlere temel teşkil edecek spor organizasyonlarının kaldırılası ya da kısıtlanması, bahar şenliklerinin bir başka gerekçeyle kaldırılması ya da zorlaştırılması veya üniversitenin bilimsel dergilerinin bile merkezi bir kararla basımının sonlandırılması, içerisinde bulunduğum üniversitenin bahsettiğim türden sorunlarına örnektir.
Üniversiteler esasen akademik kurumlardır. Daha fazla büyüme, daha fazla öğrenci alma, daha fazla bölüm açma yerine, daha fazla ulusal ve uluslararası bilimsel ve kültürel etkinlik düzenlenmelidir. Zira geçmiştekinin aksine üniversitelerimiz sayısal olarak önemli bir noktaya gelmiştir. Hatta bazı bölümler tercih edilmediği için kapatılmaktadır. Üniversite yönetimlerinin çabaları önemli olmakla birlikte, bunun köklü çözümü milli eğitim politikasının değişmesini gerektirmektedir. Doğrusu bu konuda hiçbir şeyin yapılmadığını ileri sürmek de haksızlık olur. Zira bir yandan TÜBİTAK’ın imkânları artırılmışken, diğer taraftan AB çerçeve programlarına katılım, sivil topluma sağlanan imkânlar, kurulan yeni (özel-vakıf) üniversitelerinin yurtdışındaki akademisyenleri cezbetmesi… gibi uygulamalar konu ile ilgili samimi gayretlere örnektir.
Kısmi de olsa özerk olan üniversite yönetimlerinin mevcut şartlar altında yapabilecekleri şeyler vardır elbette... Yukarıda da izah edildiği üzere Türkiye nicel olarak kabul edilebilir bir noktaya gelmiştir. Ancak gerek öğrenci gerekse de öğretim üyesi düzeyinde üniversitelerin niteliksel ihtiyaçları önemli bir sorun olarak beklemededir. YÖK bölüm ya da fakülte açılabilmesi için asgari şartlar getirmiştir ama ya bu şartların yetersizliğinden ya da üniversitelerin çeşitli şekillerde bunu by-pass etmesi sonucu bölüm ya da fakültelerin açılışı devam etmektedir. Yine kanaatimce YÖK’ün esasen teşvik edici unsurları devreye koyarak, ama biraz da zorlayıcı politikalarla akademik hareketliliği sağlaması gerekir. Bu konuda da emekli öğretim üyelerinin daha ileri yaşlara kadar yeni üniversitelerde çalışmalarına izin verme, kadrosu şişen fakültelere ve üniversitelere kadro tahsis etmeme gibi çeşitli uygulamaları yok değildir.
Üniversitelerde eğitim ve öğretim birinci sıradadır ama, öğrencilerin hayatı öğrenmesini sağlayacak, onların kendilerine güvenini pekiştirecek, geleceğe güvenle bakmalarına yardımcı olacak etkinliklerin artırılması üniversite eğitiminin bir parçası olmalıdır. Bir oranlama verecek olursak, % 51 faaliyet alanı öğrencilikse % 49 da diğer etkinler olmalıdır. Diğer etkinlikler arasında yer alan sosyal-kültürel-sportif ve bilimsel faaliyetlerin, öğrencinin başarı notu ile ilişkilendirilmesi; uygulamayı kurumsallaştıracaktır. Bu şekilde sadece çocuklarda değil, üniversite gençliğinde de de bir hastalık olan sosyal medya bağımlılığının azaltılmasına katkıda bulunulacaktır. Örneğin izcilik faaliyetlerinin teşvik edilmesi ya da öğrencilerin doğa sporlarına yönlendirilmesi, bisiklet kullanımının yaygınlaştırılması bu türden faaliyetler olabilir. “Hayatı, üniversitedeki başarıya veya karne notlarına indergeyen telkinlerin ve eğitim basamaklarının çocuklarımıza hiç bir zaman çare olmadığını yıllardır ürettiğimiz gençlikten anlamamız hiçte zor olmasa gerek?”
Türkiye’de ve dünyada başarılı üniversiteler de vardır. Örneğin ODTÜ, Bilkent, Koç ya da Sabancı gibi üniversiteler böyledir. Bu üniversitelerin dünya sıralamasında yer alması da tesadüfi değildir. Zaten hiçbir başarı tesadüfi olamaz. Dünya çapında üniversitelerin uluslararasılaşmış etkinlikleri vardır. Basketbol takımları, yelkenli ya da kayak sporu takımları, kürek yarışları gibi faaliyetler bu türden faaliyetlerdir. ODTÜ’nün kurumsal olarak övündüğü bir şey de öğrencilerin bir mühendis, bir işletmeci, bir sosyolog olmaları yanında; bir müzisyen, bir sporcu ya da aktivist olmalarını sağlamak da vardır. Bunda etkili olan şey; ODTÜ kültürü olarak da bilinen, üniversite yönetimi ve Hocaları tarafından da desteklenen özgürlük alanının genişletilmiş olmasıdır. Zaman zaman haddi aşan eylemleri olsa da, özgüvenin aşılanması bakımından önemli bir örnektir.
Herkese meslek yüksek okulu düzeyinde de olsa üniversite eğitimi imkânı vermek önemli olmakla birlikte, sürekli daha fazla öğrenci almak ve mezun etmek, daha fazla yapılaşmak vb gibi şekle dönük hali hazırdaki yapının, daha işlevsel, kişinin iç dünyasıyla barışık olduğu, hayatın akışkanlığı ile ilintili, yöneticilerin koordinatör olduğu, yükselmelerin idari ve iradi olmaktan çıkarıldığı, ulusal ya da uluslar arası kişisel ve kurumsal hareketliliğin olağan olduğu bir anlayışa evrilmesi Türkiye’nin geleceğinin sağlam temellere dayandığını göstermek bakımından vazgeçilmezdir.