Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

NASIL BİR ÜNİVERSİTE-II (SUSTURULMUŞ AKADEMİK CAMİA)

Üniversitede öğrenciyken, İdare Hukuku Hocam Rahmetli Prof. Dr. Süleyman Arslan “düşünce özgürlüğünden” bahsederken kayıtsız tavrımızdan anlam çıkarmış olmalı ki, “çocuklar bakın, bu düşünce özgürlüğünü küçümsemeyin, eski zamanlarda insanlar farklı düşündükleri için ayırımcılığa tabi tutulur, takibata uğrar, sürülür hatta öldürülürdü” mealinde açıklamalar yaparken, konuya her zaman öncelik veren ben; “ ne olacak düşününce, açıklayamadıktan sonra…” diye kendimce Hocaya katılmaz, doğrusu biraz da hafife alırdım nelerden bahsediyor diye... Yaşımın daha genç olmasından mı, henüz hayatı tecrübe etmediğimden mi yoksa Rahmetli ÖZAL’ın kelle koltukta çabasıyla, hem de 12 Eylül sonrasında oluşturduğu nisbi özgürlük ortamından mıdır bilinmez; farkına varamadığımız şeyin aslında sahip olduğumuz özgürlük olduğunu 28 Şubat sürecinin o karanlık dehlizlerinde kaybettiğimizde fark ettim. Hep öyledir ya; genellikle var olan şeyin kıymeti bilinmez ve kaybedildiğinde ah-vah çekilir. Bunu da, eğer yine susturulmazsak, bir ara anlatırız. Kavram (susturulmuş akademik camia) şahsıma ait değil… Artık “eski” diyebileceğimiz YÖK Başkanına ait… Elbette böyle yüksek kerteden ifade edilmiş olması konuyu daha da önemli hale getiriyor. Görevinden alındı ya da ayrıldı, burası şu an için çok önemli değil. Giderayak da olsa bir ezberi daha bozması, kral çıplak diyebilmesi duygularıma tercüman oldu. Zira hayatımda kendimi sürekli “baskılanmış” hissettim. Ne zaman içimdeki volkandan bir sızıntı aksettirsem, statükodan beslenenlerin “şimdi de zamanı mı canım…” merkezli anlamlı bakış ve uyarılarına muhatap oldum. Onlara kalsa hiç vakti gelmeyecek… Son zamanlarda moda olmaya başlayan mobbingi, yani psikolojik şiddeti kılcal damarlarıma kadar hissettim. Buna yıldırma politikası ya da iş yerinde psikolojik terör de diyebilirsiniz. Akademik ifade özgürlüğünün teminatı olan özerklik; hiyerarşik yapılanma, kadrolaşma ve gruplaşma için bir istismar aracı olarak kullanıldı uzun yıllar… Yetkiyi elinde bulunduranlar 28 Şubat sürecinde olduğu gibi cesareti merkezden de alınca, resmi ideolojiden sapma olarak gördükleri düşüncelere uzun süreli sistematik baskılar uygulamışlardır. Eğitimciler herkesin öğrenme yeteneğine sahip olduğunu, ancak zeka düzeyine göre öğrenme süresinin farklılaşacağını ifa etmekteler. O halde herkesin potansiyeli diğerinden farklıdır. Dolayısıyla bu potansiyeli harekete geçirecek ortamın oluşturulması gerekir. Ancak ülkemizdeki oligark kesim ve bunların tetikçileri buna hiçbir zaman fırsat vermedi. Süreç Osmanlı’nın son zamanlarına da götürülebilir ama, bugünkü durumun temeli tevhid-i tedrisat kanununa dayanır. Zira bu kanunla devlet kendi verdiği eğitimin dışında bütün alternatifleri kapatmıştı. Yeni kurulmuş olmanın refleksiyle de devrimleri kabullendirme amaçlı ideolojik ve tek tip anlayışın yerleştirilmesi için devletin bütün imkanları seferber edilmişti. Aksi bir davranış en ağır şekilde cezalandırılıyordu. Buna rağmen bir türlü bu amaç tam olarak gerçekleştirilemedi ve 2000’li yıllarda “içeriden gelen” itirazlarla kilitlendi. Bugün ABD eğer dünyanın bilim merkeziyse, en iyi bilim adamları ilk fırsatta bu ülkeyi tercih ediyorsa; bunun nedeni kendilerine verilen fırsat, düşünce ve yaşam tarzlarına duyulan saygıdır. En aykırı şeylerin bile rahatlıkla ifade edebilmesi bunun somut göstergesidir. Hatırlıyorum 11 Eylül sonrası Yönetmen Michael Moore 11 Eylülün bütün gizliliklerini seçim sath-ı mahallinde bir belgeselle (Fahrenheit 9/11) ortaya koymuştu da bütün dünyaya kafa tutan George W. Bush filmin gösterimini engelleyememişti. Üstelik film altın palmiye ödülüne de layık görüldü. Yine hatırladığım bir başka şey ise ülkemize dair. Eski polis müdürünün yazdığı kitap (Haliçte Yaşayan Simonlar) henüz basılmadan yasaklanmış, polis müdürü de daha ne olup-bittiğini anlayamadan karga-tulumba tutuklanmış kendisini demir parmaklıkların arkasında bulmuştu. Zira dönemin oligarkları kendilerine dokunan kim varsa yakıyordu. Benzer bir şey de birinci vazifesi “iddianame” hazırlamak olan savcının da başına gelmişti. Öyle ya; nasıl olur da genelkurmay başkanı hakkında iddianame hazırlardı. Dönemin HSYK’sı en ağır cezayı vermişti; meslekten ihraç… Zavallı adamın uzun yıllar ne yiyip içtiğinden, nerede yaşadığından kimsenin de haberi olmadı. Hukuk adamı olmasına rağmen konuyu AİHM’e de taşımadı. Neyse ki hakları yakın zamanda yapılan bir düzenlemeyle (2010 Anayasa referandumunun verdiği yetkiyle) iade edildi. Fırsat eşitliği denen şey, kişilere kendilerini ifade edecek yasal-kurumsal altyapı imkanlarının sunulması ve herhangi bir endişeye mahal vermeksizin kendini ifade etmesine ortam hazırlanmasıdır. Farklı yeteneklere sahip kişilerin kendilerini ifade etmesi statükoya aykırıdır ama, mesele elbette bu statükonun aşılmasını gerektirir. Bir fikir üretme merkezi olması gereken üniversitelerin sadece resmi düşüncenin tekrarlandığı yer olmaktan çıkarılması bir başka gerekliliktir. İnkılap tarihi derslerinin üniversitelerde halen zorunlu olarak okutuluyor olması bunun somut bir göstergesidir. İnsanlık aynı şeyleri tekrar etmeye devam etseydi, hala mağaralarda yaşıyor olurduk. O halde ezberleri bozmak, eski köyle yeni adetler getirmek gerekir. Elbette bu, müslüman mahallesinde salyangoz satmayı gerektirmez. Yıllar önce izlediğim bir belgeselde batılı bir bilim adamının şu ifadesi dikkatimi çekmişti: Akademisyen olmanın en iyi tarafı; bu kürsünün arkasına geçtiğinizde özgürce herşeyi söyleyebilmenizdir. Bilim adamı doğru söylüyordu ama, bu kendi ülkesi için böyleydi elbette... Düşünen, düşünce üreten, olaylara şüpheyle yaklaşan, sorgulayan, tartışan, tartışmaya açık olan veya olması gereken bu akademik kürsüde hocalar uzun yıllar kendilerine dikte ettirilen şeyleri tekrarladılar. Zira zihinlere kazınmış ideolojik saplantılar “dersin dışına” çıkılmasını yasaklıyordu. Sosyal etkinliklerde bulunmak, sivil toplumlara üye olmak, bir “camia” içerisinde bulunmak” ise idare için çok somut bir atılma nedeni idi. Eski YÖK Başkanının isabetli tesbitiyle; yükseköğretim sistemindeki sorunlar yasalarla değil ancak ortak akıl ile çözülebilir. Akademik özgürlük ve etik ortam sağlanmadan, akademisyenlere mobbing uygulayarak sorunları katmerleştirmeden ve ertelemeden daha başka bir işe yaramaz. Akademik kültür ve zihniyet meselesi bunlar. Çuvaldızı kendimize de batırmamız lazım. Üzerimizde haklı olarak bir tedirginlik, çekingenlik var. Elbette akademisyenler de suç işleyebilir. Belki yüz kızartıcı suçlar bir tarafa bırakılırsa yasaların-yönetmeliklerin ifade özgürlüğünü genişletici şekilde yorumlanması gereklidir. Bir başka deyişle yasa ve yönetmelikler akademisyenlerin tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanarak yıldırma politikasına araç edilmemeli... Ancak ne kadar uğraşırsanız uğraşın, bir zihniyet dönüşümü yaşanmadıkça sorunların tam olarak üstesinden gelmek mümkün değil. Bu zihniyet değişimi bir taraftan resmi ideolojinin tabularını tartışmaya açmayı gerektirirken, diğer taraftan heterojenik yapının akademisyenlerce içselleştirilmesini kapsar. Akademik camia içinde yaşadığımız zihniyet ve akademik kültür, etik sorunlarından da kaynağı. Asıl aşılması gereken şey de bu… Elbette susturulmuşlukla şiddeti ayırt etmek gerekir. Üniversitelere siyaseti sokmanın acı tecrübesini geçmişte yaşadık. Yollar yürümekle aşındı bir başka deyişle... Akademik özgürlüğün şiddet değil, ortak akıl olduğunu hiçbir zaman gözardı etmemek gerekir. Bir ülkede bilim adamlarının bile kral çıplak diyememesi, siyasi tabuların halen varlığını devam ettiriyor olması anlaşılır gibi değil. Etrafımızda siyasal ve şahsa bağlı tabuları olan pek çok rejim yıkıldı. Önce Doğu Bloku, sonra Arap Dünyası, üçüncü aşamada Orta Asya Cumhuriyetleri. Eğer sıranın kendisine gelmesini beklemiyorsa Türkiye’nin bütün bunlardan ders alması gerekir. 
Ekleme Tarihi: 23 Şubat 2015 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

NASIL BİR ÜNİVERSİTE-II (SUSTURULMUŞ AKADEMİK CAMİA)

Üniversitede öğrenciyken, İdare Hukuku Hocam Rahmetli Prof. Dr. Süleyman Arslan “düşünce özgürlüğünden” bahsederken kayıtsız tavrımızdan anlam çıkarmış olmalı ki, “çocuklar bakın, bu düşünce özgürlüğünü küçümsemeyin, eski zamanlarda insanlar farklı düşündükleri için ayırımcılığa tabi tutulur, takibata uğrar, sürülür hatta öldürülürdü” mealinde açıklamalar yaparken, konuya her zaman öncelik veren ben; “ ne olacak düşününce, açıklayamadıktan sonra…” diye kendimce Hocaya katılmaz, doğrusu biraz da hafife alırdım nelerden bahsediyor diye... Yaşımın daha genç olmasından mı, henüz hayatı tecrübe etmediğimden mi yoksa Rahmetli ÖZAL’ın kelle koltukta çabasıyla, hem de 12 Eylül sonrasında oluşturduğu nisbi özgürlük ortamından mıdır bilinmez; farkına varamadığımız şeyin aslında sahip olduğumuz özgürlük olduğunu 28 Şubat sürecinin o karanlık dehlizlerinde kaybettiğimizde fark ettim. Hep öyledir ya; genellikle var olan şeyin kıymeti bilinmez ve kaybedildiğinde ah-vah çekilir. Bunu da, eğer yine susturulmazsak, bir ara anlatırız.

Kavram (susturulmuş akademik camia) şahsıma ait değil… Artık “eski” diyebileceğimiz YÖK Başkanına ait… Elbette böyle yüksek kerteden ifade edilmiş olması konuyu daha da önemli hale getiriyor. Görevinden alındı ya da ayrıldı, burası şu an için çok önemli değil. Giderayak da olsa bir ezberi daha bozması, kral çıplak diyebilmesi duygularıma tercüman oldu. Zira hayatımda kendimi sürekli “baskılanmış” hissettim. Ne zaman içimdeki volkandan bir sızıntı aksettirsem, statükodan beslenenlerin “şimdi de zamanı mı canım…” merkezli anlamlı bakış ve uyarılarına muhatap oldum. Onlara kalsa hiç vakti gelmeyecek…

Son zamanlarda moda olmaya başlayan mobbingi, yani psikolojik şiddeti kılcal damarlarıma kadar hissettim. Buna yıldırma politikası ya da iş yerinde psikolojik terör de diyebilirsiniz. Akademik ifade özgürlüğünün teminatı olan özerklik; hiyerarşik yapılanma, kadrolaşma ve gruplaşma için bir istismar aracı olarak kullanıldı uzun yıllar… Yetkiyi elinde bulunduranlar 28 Şubat sürecinde olduğu gibi cesareti merkezden de alınca, resmi ideolojiden sapma olarak gördükleri düşüncelere uzun süreli sistematik baskılar uygulamışlardır.

Eğitimciler herkesin öğrenme yeteneğine sahip olduğunu, ancak zeka düzeyine göre öğrenme süresinin farklılaşacağını ifa etmekteler. O halde herkesin potansiyeli diğerinden farklıdır. Dolayısıyla bu potansiyeli harekete geçirecek ortamın oluşturulması gerekir. Ancak ülkemizdeki oligark kesim ve bunların tetikçileri buna hiçbir zaman fırsat vermedi. Süreç Osmanlı’nın son zamanlarına da götürülebilir ama, bugünkü durumun temeli tevhid-i tedrisat kanununa dayanır. Zira bu kanunla devlet kendi verdiği eğitimin dışında bütün alternatifleri kapatmıştı. Yeni kurulmuş olmanın refleksiyle de devrimleri kabullendirme amaçlı ideolojik ve tek tip anlayışın yerleştirilmesi için devletin bütün imkanları seferber edilmişti. Aksi bir davranış en ağır şekilde cezalandırılıyordu. Buna rağmen bir türlü bu amaç tam olarak gerçekleştirilemedi ve 2000’li yıllarda “içeriden gelen” itirazlarla kilitlendi.

Bugün ABD eğer dünyanın bilim merkeziyse, en iyi bilim adamları ilk fırsatta bu ülkeyi tercih ediyorsa; bunun nedeni kendilerine verilen fırsat, düşünce ve yaşam tarzlarına duyulan saygıdır. En aykırı şeylerin bile rahatlıkla ifade edebilmesi bunun somut göstergesidir. Hatırlıyorum 11 Eylül sonrası Yönetmen Michael Moore 11 Eylülün bütün gizliliklerini seçim sath-ı mahallinde bir belgeselle (Fahrenheit 9/11) ortaya koymuştu da bütün dünyaya kafa tutan George W. Bush filmin gösterimini engelleyememişti. Üstelik film altın palmiye ödülüne de layık görüldü.

Yine hatırladığım bir başka şey ise ülkemize dair. Eski polis müdürünün yazdığı kitap (Haliçte Yaşayan Simonlar) henüz basılmadan yasaklanmış, polis müdürü de daha ne olup-bittiğini anlayamadan karga-tulumba tutuklanmış kendisini demir parmaklıkların arkasında bulmuştu. Zira dönemin oligarkları kendilerine dokunan kim varsa yakıyordu. Benzer bir şey de birinci vazifesi “iddianame” hazırlamak olan savcının da başına gelmişti. Öyle ya; nasıl olur da genelkurmay başkanı hakkında iddianame hazırlardı. Dönemin HSYK’sı en ağır cezayı vermişti; meslekten ihraç… Zavallı adamın uzun yıllar ne yiyip içtiğinden, nerede yaşadığından kimsenin de haberi olmadı. Hukuk adamı olmasına rağmen konuyu AİHM’e de taşımadı. Neyse ki hakları yakın zamanda yapılan bir düzenlemeyle (2010 Anayasa referandumunun verdiği yetkiyle) iade edildi.

Fırsat eşitliği denen şey, kişilere kendilerini ifade edecek yasal-kurumsal altyapı imkanlarının sunulması ve herhangi bir endişeye mahal vermeksizin kendini ifade etmesine ortam hazırlanmasıdır. Farklı yeteneklere sahip kişilerin kendilerini ifade etmesi statükoya aykırıdır ama, mesele elbette bu statükonun aşılmasını gerektirir.

Bir fikir üretme merkezi olması gereken üniversitelerin sadece resmi düşüncenin tekrarlandığı yer olmaktan çıkarılması bir başka gerekliliktir. İnkılap tarihi derslerinin üniversitelerde halen zorunlu olarak okutuluyor olması bunun somut bir göstergesidir. İnsanlık aynı şeyleri tekrar etmeye devam etseydi, hala mağaralarda yaşıyor olurduk. O halde ezberleri bozmak, eski köyle yeni adetler getirmek gerekir. Elbette bu, müslüman mahallesinde salyangoz satmayı gerektirmez.

Yıllar önce izlediğim bir belgeselde batılı bir bilim adamının şu ifadesi dikkatimi çekmişti: Akademisyen olmanın en iyi tarafı; bu kürsünün arkasına geçtiğinizde özgürce herşeyi söyleyebilmenizdir. Bilim adamı doğru söylüyordu ama, bu kendi ülkesi için böyleydi elbette... Düşünen, düşünce üreten, olaylara şüpheyle yaklaşan, sorgulayan, tartışan, tartışmaya açık olan veya olması gereken bu akademik kürsüde hocalar uzun yıllar kendilerine dikte ettirilen şeyleri tekrarladılar. Zira zihinlere kazınmış ideolojik saplantılar “dersin dışına” çıkılmasını yasaklıyordu. Sosyal etkinliklerde bulunmak, sivil toplumlara üye olmak, bir “camia” içerisinde bulunmak” ise idare için çok somut bir atılma nedeni idi.

Eski YÖK Başkanının isabetli tesbitiyle; yükseköğretim sistemindeki sorunlar yasalarla değil ancak ortak akıl ile çözülebilir. Akademik özgürlük ve etik ortam sağlanmadan, akademisyenlere mobbing uygulayarak sorunları katmerleştirmeden ve ertelemeden daha başka bir işe yaramaz. Akademik kültür ve zihniyet meselesi bunlar. Çuvaldızı kendimize de batırmamız lazım. Üzerimizde haklı olarak bir tedirginlik, çekingenlik var.

Elbette akademisyenler de suç işleyebilir. Belki yüz kızartıcı suçlar bir tarafa bırakılırsa yasaların-yönetmeliklerin ifade özgürlüğünü genişletici şekilde yorumlanması gereklidir. Bir başka deyişle yasa ve yönetmelikler akademisyenlerin tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanarak yıldırma politikasına araç edilmemeli... Ancak ne kadar uğraşırsanız uğraşın, bir zihniyet dönüşümü yaşanmadıkça sorunların tam olarak üstesinden gelmek mümkün değil. Bu zihniyet değişimi bir taraftan resmi ideolojinin tabularını tartışmaya açmayı gerektirirken, diğer taraftan heterojenik yapının akademisyenlerce içselleştirilmesini kapsar. Akademik camia içinde yaşadığımız zihniyet ve akademik kültür, etik sorunlarından da kaynağı. Asıl aşılması gereken şey de bu…

Elbette susturulmuşlukla şiddeti ayırt etmek gerekir. Üniversitelere siyaseti sokmanın acı tecrübesini geçmişte yaşadık. Yollar yürümekle aşındı bir başka deyişle... Akademik özgürlüğün şiddet değil, ortak akıl olduğunu hiçbir zaman gözardı etmemek gerekir. Bir ülkede bilim adamlarının bile kral çıplak diyememesi, siyasi tabuların halen varlığını devam ettiriyor olması anlaşılır gibi değil. Etrafımızda siyasal ve şahsa bağlı tabuları olan pek çok rejim yıkıldı. Önce Doğu Bloku, sonra Arap Dünyası, üçüncü aşamada Orta Asya Cumhuriyetleri. Eğer sıranın kendisine gelmesini beklemiyorsa Türkiye’nin bütün bunlardan ders alması gerekir. 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.