Bu bilgi mesnetsiz bir iddia da değildir. Siyaset bilimi teorisine dahi girmiştir. Nitekim 'kamu tercihi teorisi' olarak isimlendirilen düşünce okulu bunun kurallarını da oluşturmuştur.
Eğer medya ve sermaye çevrelerinin desteğini almazsanız iktidar olma şansınız da yoktur. Örneğin Amerika’da sivil toplum örgütü görünümlü lobiler vardır. Rüşvetin kurumsal adı olan bu çevrelerle, ‘sivil toplum’ ya da ‘think-thank’ kurumlarıyla iş birliği seçimi kazanmak bakımından alternatifsizdir. Bunların her birisi bir çıkar grubunu temsil eder ve seçim öncesinde siyasetçilerle bu çıkar grupları arasında çok sıkı pazarlıklar yapılır. Kapalı kapılar ardında tabii ki de... Onlara rağmen seçilmek mümkün değildir zaten... Bu yüzden seçilen siyasetçinin bu gruplara direnmesi söz konusu bile olamaz. Amerika’da bir miktar itirazı olan Trump’ı devirdiler mesela...
İşin esasında demokratik toplumlarda siyasi faaliyetlerin nihai amacı güç ya da söz sahibi olmaktır. Böyle olunca; tüketici faydasını, üretici kârını hesap edecek, sivil toplum kurumları da herhangi bir karşılık beklemeksizin toplum lehine çalışmak yerine, çıkar ve baskı grubu adı altında siyasetçilerin kararlarını kendi lehlerine olacak şekilde etkilemek üzere faaliyet yürüteceklerdir. Bu durumda doğal olarak politikacı da boş durmayacak; o da bütçe maksimizasyonu peşinde koşacak ve elindeki kaynakları toplum lehine değil, kendisini yeniden seçtirecek güçler lehine kullanacaktır. Bugün Amerika'da olan tam da budur. İşte yukarıda sözünü ettiğimiz 'kamu tercihi teorisi' tam da bu durumu disipline etmek üzere geliştirilmiştir.
Durum Amerika’da böyle de Türkiye’de farklı mı sanki... Devlet tecrübesi olmadan siyasete girildiğinde, bir şekilde ‘seçilen’ siyasetçiye makama oturduğunda ‘brifing’ adı altında ‘derin’ devlet tarafından kırmızı kitaptaki çizgiler hatırlatılır. Hatırlatılması gereken ‘uluslararası’ çizgiler de vardır. Öyle ya; söz gelimi Lozan’da Türkiye’ye hangi çizgilerin konulduğunu nereden bilecek öbür türlü... ‘Taç Giyen Baş’ın aklı yavaş yavaş başına gelmeye başlar böylelikle...
Bir de ‘Amerika’ya uçmak’ diye bir şey vardı eskilerde... Seçimden kısa süre sonra bu ülkeye uçulur, kendisine Amerika’nın-NATO’nun kırmızı çizgileri lisanı münasiple hatırlatılırdı. Tabii esnetmeye kalkarsa, başına neler gelebileceği de... Sözgelimi rahmetli Erbakan bu ‘uçuşu’ yapmamış, üstelik ‘banane Amerika’dan’ deme cür'etinde (!) bulunmuştu. İçerideki ‘adamlarının’ hışmına da işte bu yüzden uğramıştı.
Çıkarlarına halel geldiğinde nelere kadir olduklarını göstermek için atmayacakları hiçbir adım yoktur bu çevrelerin... Ama işler her zaman da yolunda gitmiyor; 15 Temmuz’da olduğu gibi...
Amerika’da başkana Türkiye’de ‘hükümete’ verilen rol halkın gazını almanın ötesine geçemiyor bir başka deyişle... Siyasette taç giyen başın akıllanması da böyle bir şey... İşte bol keseden atılan vaadlerin, koltuğa oturulunca unutulmasının bir nedeni de bu... Bütün bu öğrendiklerini sizinle paylaşamayacağına göre ‘unutmak’ en iyi çözüm gerçekten de...
Elbette bu bilgiler temiz siyasetin hiçbir şekilde mümkün olmadığı anlamına gelmez. Mevzubahis durum ‘demokratik’ siyaset içindir. Hani şu ‘tabu’ olan demokrasi... 15 Temmuz belki bir planı bozdu ama içeride de değişim olmadı değil. Dikkat ettiyseniz FETÖ süreci sonrası ‘milliyetçi’ çizgi politikada belirleyici olmaya başladı. Devlet Bahçeli o sert muhalefetinden, (2028’de) ‘ayrılamazsın...’ noktasına işte bu yüzden gelmiştir. Ya da öteden beri ‘derin’ siyasetin adamı olarak bilinen Doğu Perinçek’in hükümetle yakınlaşması...
İyi mi olmuştur derseniz, şahsen bir öncekine göre ileri adımın her zaman yanında yer almak gerektiği kanaatindeyim. Nitekim bir önceki adım FETÖ, yani NATO, yani Amerika, yani üstü örtülü müstemleke idi; 2000’li yılların başına kadar olduğu gibi... Orta gelir gibi ‘orta ya da ortak siyaset’ tuzağına rıza gösterilirse eldekini tutmak da mümkün olmaz. Neyse ki göstergeler bu bakımdan da yükseliş trendinde şükür... Vesselam...