28 Şubat elbette takvimlerden bir gün… Ama 1997’nin aynı gününde bu ülkede yaşananlar, 28 Şubat’a özel bir anlam yüklememizi gerektiriyor. Çok yeni nesil bilmez artık. O dönemki nesilden birçoğu da unuttu zaten… Hafıza-i beşer nisyan ile ma’lül ya; o yüzden… Bunu da keşfetmiş insan zekâsı… Siyasi miyopi demiş mesela… Unutturmak istemeyenler var. Bir de inkâr edenler elbet… Destek olanları da not etmek lazım. İlla da, mağdur taraftan gözükenleri… (şükür onlardan hesap soruluyor şimdi… Herkes bu taraftayken onlar karşı taraftaydı… Kendileri şimdilerde FETÖ olarak biliniyor kamuoyunda…)
Egemen güçler içerideki gönüllü maşalarıyla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. İblis gibi aynı şeyde ısrar etmiyor. Bilvesile yeni bir yöntem ve yeni maşalarla te’dip ediyor düşmanlarını… Yani bizi… İşte 28 Şubat böyle bir şey… Başbakanın ifadesiyle kardeşi 15 Temmuz da…
Demokrasi ağızlarda pelesenk olmuştur, ama demoklesin kılıcı da sürekli tepesinde sallandırılır halkın… Sırtından sopayı eksik etmez bir başka deyişle… Aslında ortalıkta demokrasi filan yoktur. Oyalanır işte kuru kalabalıklar, çocuğun oyuncakla oyalandığı gibi… Ağzına bir parmak bal çalınanlar da derin bir sessizlik içerisindeler... Kalabalıklar ellerindeki oyuncaklarla oyalanırken oligarklar deveyi amuduyla götürür de o kalabalıklar bedel ödeneceği zamana kadar aklını başına devşirmez. 28 Şubat da böyle…
Meşru hükümet gönderildi, dış destekli işbirlikçiler işbaşına gelip, 2001’de o malum kriz yaşandığında kalabalıklar ne olup bittiği hakkında fikir sahibi olabildi. “Olanda hayır vardır” diye bir söz vardır. Olan post modern darbe-muhtıra idi ama, bıçak kemiğe dayandığından darbeciler mızrağı çuvala sığdıramıyordu ve tasfiye süreci başladı. Hayır olan da buydu herhalde…
“Öteki” olmanın ne manaya geldiğini belki tam olarak hmek hiç mümkün olmayacak yeni nesil için… Aslında olmasın da… 28 Şubat’ın mağdurları yine öz yurdunda en fazla garip, en fazla “parya” muamelesi görenlerdi. Ama diğerlerinin de hakkını yemeyelim; oligarklar kimisini alevi, kimisini kürt, kimisini ülkücü, kimisini sosyalist… diye ötekileştirdiler.
Güney Afrika’da ırk ayırımcılığı 1990’lara kadar anayasal bir statüye dayandırılırken, ABD’de 1960’lı yıllara kadar siyahlar beyazların haklarına sahip değilken kendilerince haklı gerekçeler sunuyorlardı. 28 Şubat süreci belki bunlardan da beterdi. Zira bir grup insan renginden değil, düşüncesinden, hayat felsefesinden, yaşam algısından dolayı takibata uğruyor, adeta ağzını açmasına izin verilmiyordu.
Kamu hizmetlerinin başında olmak bir tarafa, kamu hizmetlerini almasına dahi izin verilmemesi konuşulur olmuştu. İnsanların zihinlerinin gerisinde, yakın bir gelecekte “kamusal alan” ilan edilen hastanelere girip girememe endişesi bile yaşanmıştı. Zaten askeri hastanelere giremiyorlardı. Ya da çocuğunun yemin töreni için askeri bölgeye de… Yüksek rütbeli bir asker, üst düzey bir bürokrat, güçlü bir parti, hele hele iktidar ortağı olmak gibi bir seçenek hiçbir şekilde söz konusu olamazdı. Bunun rüyada görülmesi bile hayra alamet sayılmazdı. Zira oligarklar ellerinden gelse rüyalara da sansür uygulayacaklardı.
Bu ülke düşünen insan için adeta ‘gidemeyenlerin ülkesi’ haline gelmişti. Bir kongrede tanıştığım ve Amerika’da yaşayan bir akademisyene; ‘gelseniz artık, biraz da bu ülkeye hizmet etseniz dediğimde verdiği cevap hala aklımda; ‘ben gelmem bu yobaz ülkeye…’ Oysa kendisinin Anadolu insanı olduğu her halinden belliydi… Bir diğeri ise gelmek istiyor, ama yurtdışına çıkmak istediğinde üniversite ya da fakülte yönetiminde izin alamayacağından endişe ediyordu. Bir başkasına yurt dışından aldığı davet karşısında verilen cevap da öyle; ‘senin oraya gitmenin bize faydası ne…’ Adeta; düşünenler dışarıda, düşünemeyen, terk edemeyenler burada idi…
“Jurasi Türkiye” olmuştu belki ama oligarkların umurunda değildi. Gerçi dinazorlar gibi soyları tükendi ya… Ama onlar Türkiye’yi Suriye’ye çevirmek, komşuyu komşuya muhbir yapmak istiyorlardı. (Suriye’de baba Esed döneminde kurulan el-muhaberat, yani iç istihbarat servisinin çalışma sistemi idi bu…). Oldu da nitekim… Komşusu ile işyeri arkadaşı ile sorun yaşayanlar soluğu yasadışı ‘andıççı’ Batı Çalışma Grubunun (BÇG) temsilciliklerinde alıyorlardı.
O gün 28 Şubattan yana olanlar şimdi yine güçlüden yana görünme çabası içerisinde… Hiç birisinden de gerçekten hesap sorulmadı… Basın ayağının bir numarası Doğan ve grubundan hesap soruldu mu mesela... Siyasi ayaktan hesap soruldu mu? İşadamı ayağından da sorulmadı. Beşli sivil (!) toplum yöneticilerinden de öyle… Ya militan yargıçlar… Onların yargıladıkları 600 kişi hala zindanlarda… Peki, on binlerle ifade edilebilecek, yaşamının baharında okullarını terk etmek zorunda kalan, hayalleri yıkılan kızlarımız ne olacak… Eh işte, askeri ayağın kulakları uzatıldı biraz… Bu da önemli tabii… Birbirlerine akıl almaz iftiralar atanlar omurga kemiklerinden yoksun olduklarından o ilahi emir gelinceye kadar düşük yoğunluklu olmalarının avantajını kullanarak yüzeyde kalmaya devam ederler… Ama sadece o güne kadar…