Bugün (5 Temmuz) Başbağlar katliamının sene-i devriyesi... Aynı yıl (1993) üç gün önce de Sivas’ta benzer bir durum yaşanmıştı. Sivas ve Madımak her neden se bilinir de Başbağlar’da olanı duyarlı kimi kesimler hariç, kamuoyunun bilgisi yoktur. Oysa aynı eller tarafından ve amaçlı olarak yapılmıştı her ikisi de… Oysa bu toplumdaki nüfuzunu devam ettirmek isteyenler, Sivas’ta olanı; “Alevileri yakarak katlettiler” algısı oluşturup, arkasından ve buna karşılık olarak Başbağlar köyünde en tahrik edici türünden katliam yapmıştı. Oysa hadise görünenden çok daha derin... Karanlık odakların Alevi Sünni zemini üzerinden toplumsal çatışma oluşturup, bu ülke üzerindeki nüfuz ve çıkarlarını devam ettirme operasyonu. 1980 öncesi suni olarak oluşturulan sağ-sol kavgasını bilirsiniz. Ne kadar çok gencimiz bir hiç uğruna telef oldu. Bu olaylar 12 Eylül darbesinin de gerekçesi oldu. 12 Eylül bir NATO yani Amerika darbesidir. Amerika’nın çıkarı ve nüfuzu bu çatışma ile oluşturulan algı üzerinden 20 yıl daha devam etti. Kısacası ne alevileri sünniler yaktı, ne de sünni olanlar aleviler tarafından katledildi. Her ikisi birbirinin devamı, her ikisi aynı karanlık ellerin ürünü, her ikisi aynı amaca matuf…
Aslında tek örnek de değil… Metin YÜKSEL, Abdi İPEKÇİ, Gün SAZAK ile başlayan, Uğur MUMCU, Çetin EMEÇ Bahriye ÜÇOK, Muammer AKSOY, Eşref BİTLİS, Ahmet Taner KIŞLALI, Hrant DİNK ile devam eden zincirin halkası... Turgut ÖZAL'a yapılan silahlı saldırı da bu baştan... Vefatı da şüpheli zaten… Muhsin YAZICIOĞLU'nun helikopterinin düşmesinin bir kaza olduğuna inanan da kalmadı artık... Bilenlerin bildiği, kamuoyunun bilmedikleri de var elbette... Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN Hocaefendi gibi mesela... Bunlardan hiçbirisi de "aydınlatılamadı". Daha doğrusu aydınlatıldı da kamuoyu ile paylaşılmadı. Zira bu cinayetler devlet içindeki devlet tarafından, yani derin devlet tarafından işlendi. Bunlardan hiçbirisi de "aydınlatılamadı" (!).
Olayın biraz gerisine gidelim. II. Dünya Savaşı bitmiş, dünyada yeni bir düzen tesis edilmişti. Savaşın, daha fazla gibi gözükmesine rağmen gerçekte iki galibi vardı: ABD ve SSCB... Yayılmacı bir politika yürüten SSCB’nin sınır komşusu olan Türkiye, Stalin'in bu politikalarına karşı çareyi NATO’ya girmekte buldu (1952). Bu ileri (!) adımla Türkiye NATO şemsiyesi altına girerek bir anlamda SSCB'ye karşı güvenliğini garanti altına almıştı.
NATO aslında gözükenin ötesinde bir örgüt... Devasa Sovyet ordusu karşısında Avrupa ülkelerinin tek tek direnme gücü olmadığından, NATO Sovyet işgaline karşı bu ülkelerde kendine doğrudan bağlı gayri nizami ve o ülke yasalarının üzerinde yetkileri olan silahlı örgütler kurdu. Mili hükümetlerin bunları denetlemeleri bir yana bu örgütlerle ilgili bilgileri dahi yoktu. Nitekim başbakanlığı dönemi ile ilgili olarak Ecevit kendisiyle yapılan bir röportajda konuya temas etmişti. (https://www.youtube.com/watch?v=7Rz9PqImtDc)
İşin özeti şu… Sovyet yayılmacılığı sonucu Doğu Avrupa ülkeleri bir bir komünizme kayınca, NATO'nun Batı Bloku içerisindeki ülkeleri her ihtimale karşı sivil savaşa da hazırlaması gerekiyordu. NATO bu amaca dönük olarak, yani SSCB'nin batı blokundaki ülkelere saldırması ve düzenli orduları devre dışı bırakması ihtimaline karşı kendi kontrolünde gizli direniş teşkilatları kurmuştu. Bunun en bilineni sonraki süreçte İtalya'da deşifre olan Gladyo idi. Türkiye'dekinin adı ise kontrgerilla ya da özel harp dairesi... İşte derin devletin hikayesi böyle başladı.
Varlığı süresince ne kadar amaca hizmet etti bilinmez ama, 1991'de SSCB'nin dağılmasıyla bu yapılanmaların işlevleri de ortadan kalktı. Ancak süreç içerisindeki kazanımlarını terk etmek istemediler. Zira hükümetler devlet içerisinde olan bu çeteyi çok iyi bilmesine rağmen üzerlerine gidemiyordu. Örgütün medya, iş dünyası, yargı, askeriye gibi ayakları da vardı.
Aslında gerçek iktidar da onlardı. Hükümetler ise göstermelik... O dönemdeki hükümetler bakımından 'iktidar olup muktedir olamamanın' sebebi de bu idi. Bir kampanya başlattılar mı hükümetlerin ayakta kalması söz konusu bile olamazdı. Bir direnç gösterirlerse olacak olan da belliydi. Eğer uyarılar hükümetleri te'dip etmezse, yeni bir darbe, muhtıra, basın açıklamaları, sivil toplum protestoları ve nihayet cinayetler...
Bu cinayet şebekelerinin kullandıkları diğer bir yöntem ise, dışarıdaki işbirlikçileri ile birlikte toplumdaki bir takım doğal farklılıkları kullanarak uzun vadeli düşmanlıklar oluşturmaktı. Nitekim sağ-sol, laik-şeriatçi, Türk-Kürt ya da Alevi-Sünni gibi sinir uçları kaşınarak hem içerideki hem de dışarıdaki ülke düşmanları hedeflerine bir adım daha yaklaşmakta idiler. Zaman zaman mızrağın çuvala sığmadığı durumlar yaşansa da bu çevrelerce kamufle edilmesi hiç de güç olmamıştır. Susurluk böyleydi mesela…
Sivas olayları ve devamındaki Başbağlar katliamı da böyle…. PKK üzerine yıkılan ancak PKK’nın üslenmediği cinayet ‘Alevilerin yakılması’ olarak zaten kamuoyunun bilinçaltına yerleştirilmişti. Sünni kimliği ile bilinen Erzincan sınırları içerisindeki bu köyde (Başbağlar köyü) aynı sayıda (33) kişi bir akşam ezanı vakti camidwn çıkarılarak katledildi. Yedisinde olan da vardı yetmişinde olan da…
Benzer cinayetlerde olduğu gibi, bu da aydınlatılamadı (!) failleri bulunamadı. Göstermelik yargılama kimseyi tatmin etmedi. Zira aslında herkes biliyordu ki; iki cinayeti de işleyen devlet içerisindeki bu gayri nizami örgüt planlamıştı. Amaç; bölgede nisbi çoğunluğu olan bu iki kesimi karşı karşıya getirip, NATO’nun bu uzantılar vasıtasıyla elde ettiği kazanımları devam ettirmekti.
O gün Türkiye’de kontrgerilla olarak isimlendirilen NATO artığı bu örgüt, misyonunu süreç içerisinde FETÖ olarak isimlendirilen örgüte devretmiş gözüküyor. 1990’lı yıllarda komünizmin çökmesiyle aslında tasfiye edilmesi gereken NATO, oluşturulan yeni dünya düzeni konseptine uygun yapılanmaya ihtiyaç hissetti. Komünizm tehlikesi için oluşturulan ve Doğu Blokunun çökmesiyle işsiz kalan kontrgerilla ise bir süre devletin (af edersiniz) pis işlerinde kullanıldı. Susurluk kazası tasfiye sürecinin de miladı olmuştur.
Tasfiye edilen kontrgerillanın bıraktığı boşluğu doldurmak üzere; iktidarların ensesinde, onlara nefes aldırmayan FETÖ’nün tasfiye edilişini bu bakımdan da ele almakta yarar vardır. Zira tasfiye edilen basit bir örgüt değil, global güçlerin uzun vadeli emellerini gerçekleştirmek üzere kullandığı “eli-ayağı…” İşte bu yüzden Amerika’nın, Avrupa Birliği’nin ve halen varlığını devam ettiren içerideki uzantılarının bütün okları üzerimize çevrildi.
15 Temmuz bu anlamda da bir milattır. Zira 15 Temmuzda NATO’nun işlevini kaybetmesinden çeyrek yüz yıl sonra içerideki uzantıları da bertaraf edildi. Ancak bu bertaraf etme durumu devlet içerisindeki yapılanma ile ilgili olup, sivil ayağı, yani medya, iş dünyası, siyaset dünyası ortalığın flulaşmasını takip etmektedir. Nitekim böyle bir durumun yaşandığı gezi olaylarında bu kesimlerin misyonlarını icra bakımından herhangi bir inanç kaybı yaşamadıklarını da gördük. FETÖ için devam eden tehdit kontrgerilla için yoksa da, soğuk savaş müddetince devam eden ve Türkiye’de zemin bulan mandacı beslemelere ilişkin tehdit, hiç de gözardı edilecek türden değil…