Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

TÜRKİYE’NİN NÜKLEER ENERJİ İHTİYACI

İnsana ekmek-su ne kadar gerekliyse devletlere de “enerji” o kadar gereklidir. Bir başka deyişle insanın yaşaması için vazgeçilmez olan fizyolojik ihtiyaç, devlet için vazgeçilmez olan enerji ile eşdeğerdir. İşin esasında savaşların temel nedeni de enerji kaynaklarına sahip olma mücadelesidir. 1700’lü yıllarda; sanayi devrimi ile başlayan ve hammadde ve enerji ihtiyacı, o dönemlerde sömürgeciliğin gerekçesini oluşturmuştu. Kitlesel üretimin yaygınlaşması ve tüketim çılgınlığının had safhaya ulaşması bu ihtiyaca çarpan etkisi oluşturmuştur. Sürekli yeni kaynaklar araştırıldı. Bunda başarılı da olundu. Bu kaynakların en stratejik olanı şüphesiz petrol ve türevleridir. Ancak tahminler bu kaynağın yarım yüzyıl kadar sonra biteceği yönündedir. Nükleer enerji ise bir başka açıdan stratejiktir. Zira Sovyet zamanından kalma ve Türkiye sınırına yalnızca 16 km uzaklıktaki Metsamor nükleer santrali bile Ermenistan gibi küçücük bir ülkeye stratejik üstünlük sağlamaktadır. Olayın salt enerji üretimi ile sınırlı olduğunu kimse düşünmüyor elbette. Bu yüzden Batı bir bütün olarak İran’ın bu teknolojiyi elde etmesini engelleme çabası içerisinde. Nitekim 17 Ocak 2016 itibariyle de bunu başarmış gözüküyor. İsrail anlaşmadan memnun olmasa da Batı şimdilik İran’ı nükleer silah üretmeme konusunda istediğini elde etmişe benziyor. Zafer İran’ın mı, Batının mı yoksa İsrail’in mi tartışılır elbette, ama İranlı yetkililer anlaşma karşılığı başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin ambargosunun kalkmış olmasından fevkalade mutlu gözükmekteler. Böylece İran bütün küfür erbabı ile açık işbirliğine girmiştir. Malum Rusya ile açık, İsrail ile örtülü ilişkisi öteden beri devam ediyor. İran Batı ile geliştirdiği iyi ilişkilerle orantılı olarak İslam dünyası ile arasını açmaktadır. Bu durum İran için hiç de hayra alamet gözükmüyor. Türkiye özellikle de petrol ve doğalgaz bakımından tam bir enerji “fakiridir.” 1923’te yeni sınırlar belli olduğunda Türkiye’nin fiziki sınırı aynı zamanda petrol sınırı idi adeta… Sınırın hemen ötesinde Irakta, Suriye’de Batum’da petrol vardı ama Türkiye’de buna ulaşmak mümkün olmuyordu. Bunu elbette başka nedenlerle de açıklamak mümkün. Lozan’ın açıklanmayan maddeleri mesela… Hani vardır ya 2023 vizyonu… Acaba bu kuru bir hamaset mi yoksa 100 yıllık bir parantezin kapatılması mı? Üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Devlet yetkilileri bunu davul-zurnayla ilan edecekler değil ya… Kamufle ediyorlar işte. Tabii bu kamuflajı bütün taraflar da biliyor ve dört koldan saldırıyorlar. II. Dünya Savaşından yenik çıkan, Almanya, Japonya gibi ülkeler; galip tarafta gözükse de bitmiş tükenmiş ve sömürgelerini kaybetmiş Fransa ve İngiltere, Soğuk savaşın demirperde gerisi ülkelerinin hamisi Sovyetler, diğer iddialı ülke Çin bu süreç içerisinde farklı bileşenleri kullanarak enerji kaynaklarını güçlendirdi ve çeşitlendirdiler. Bu ülkeler ilk fırsatta nükleer silah elde etmek yarışına da girdiler. Değişik tarihlerde bu teknolojiye sahip olduktan sonra, hiçbir konuda anlaşamayan bu ülkeler iki kutuplu dünya şartlarında “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasını” imzaladılar. Etkili de oldu. Birkaç ülke hariç (Hindistan, Pakistan, İsrail, Kuzey Kore gibi) nükleer teknolojiyi elde etmeye çalışan ülkelerin dünyayı başlarına yıktılar. Birçoğu da buna teşebbüs bile edemedi ya da etmedi. Türkiye de öyle gözüküyor. 1990’a kadar bir anlamda NATO korumasında olan Türkiye, stratejik hiçbir alanda kendi projelerini üretemedi. 90’lı yılların kayıp yıllar olduğunu bilmeyen yok elbette. 1999’da depremle birlikte çöken siyaset 2001 krizi ile mevta haline gelince Türkiye’de yeni bir dönem başladı. Yaklaşık 13-14 yıldır yaşanan süreç bir çok ezberi bozdu. Bunlardan birisi de enerji alanında idi. Bir taraftan yerel kaynaklar harekete geçirildi. Diğer taraftan da yapılan uluslararası anlaşmalarla öteden beri gündemde olan ama bir türlü başarılamayan nükleer santral projeleri hayata geçirildi. Yerel kaynaklardan kastım; hidro elektrik santraller, güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, jeotermal enerji ve bio enerji gibi “yenilenebilir” ve “çevreci” kaynaklar ama, ülkemdeki “garaib güruh” buna da çevre adına karşı çıkmayı başardı. Meşhur medeniyetler çatışması projesinde Huntington Türkiye’ye ayrı bir başlık açmış ve Türkiye’yi diğer İslam dünyası ülkelerinden ayırmış... Birkaç defa okuduğum makalede Türkiye “nev’i şahsına münhasır-su-i generis” bir ülke olarak ele alınmış çalışmada... İşte çevrecilerin “çevreci” bir enerji kaynağına karşı çıkmaları bu türden bir örnek… Avrupa Birliği ülkeleri enerjilerinin yarısına yakınını kendi öz kaynaklarından karşılıyor. Bunların büyük bir çoğunluğu da yenilenebilir enerji kaynakları... Güneşin neredeyse hiç yüzünü göstermediği İngiltere'de bile evlerin üzere güneş panelleriyle dolu... Rüzgar enerjisine gelince gök yüzünden baktığınızda neredeyse bütün ülke sathı rüzgar tribünleriyle donatılmış... Bizim kaynak olarak bile düşünmediğimiz bio enerjiye gelince o da AB'nin temel teşvik alanlarından birisi... Japonya ise aynı işi nükleer santraller vasıtasıyla çözüyor. Tam elli adet nükleer santral var bu ülkede... Diğer önemli bir bilgi de şu ki; kamuoyuna yansıyanın Avrupa’da nükleer santraller kapatılmıyor, sadece yenileniyor. Nükleer fizik Profesörü bir hocamdan bu bilgiyi aldığımda şaşırmıştım. 1986’da nükleer kazanın yaşandığı Çernobil santrali birinci nesil ve fevkalade eski bir teknoloji… Metsamor da öyle hemen hemen... Bu tesis deprem bölgesinde olmasına rağmen SSCB zamanında Türkiye'ye bir tehdit olsun diye kurulmuştu. Nitekim 1988’deki depremde ciddi zarar gördü ve devre dışı kaldı bir süre…  AB'nin ciddi uyarılarına rağmen, Ermenistan hükümeti enerji ihtiyacının % 40’ını karşıladığı bu santrali 2026 yılına kadar kullanmayı kararlaştırmıştır. Nükleer santraller elbette büyük bir risk barındırıyor. Bu risk Çernobil’de açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ancak başka da ciddi bir kaza yoktur hemen hemen. Nükleer santrallerdeki kaza riskini uçaklardaki riske benzetebiliriz. Zira bir taraftan en güvenli, diğer taraftan en tehlikeli vasıtadır uçaklar… Güvenlidir, çünkü sayısal olarak uçak kazaları çok azdır. Tehlikelidir, çünkü uçak kazalarında genellikle kurtulan olmaz. Beşinci nesil santrallerin inşa edildiği günümüzde, bu santrallerde kaza olma riski dünyaya meteor çarpma riskinden daha azdır. Türkiye'nin nükleer santrale hangi sebepten ihtiyaç duyduğuna gelelim: Büyük devletlerin hedefleri ve planları da büyük ve uzun vadelidir. Söyler misiniz bana İngiltere neden savaş noktasına gelmesine rağmen, savaş sırasında değil de, Sevr anlaşmasındaki bir hükme dayanarak sonradan işgal ettiği Musul ve Kerkük'ü Türkiye'ye vermediler? Bu hedefe ulaşmak için iç isyan bile çıkarttılar (Şeyh Sait isyanı). Çünkü büyük devlet olan İngiltere yüz yıl sonrasının hesabını ve planını yapıyordu... Sadece bir örnek bu elbette... Büyük ülkeler ve liderler hedeflerine sessiz ve derinden giderler... Ülkemizde gerek geçmişte gerekse günümüzde bunun örneği de yok değildir. Türkiye büyük bir ülkedir, misyonunun farkındadır... Bunu Batı görüyor da bizim tatlı su balığı çevreciler göremiyor. Sizce Pakistan nükleer güç sahibi olmasaydı dünyanın gelecekteki en güçlü ülkelerinden birisi olarak gösterilen Hindistan'a karşı denge kurabilir miydi? Peki İsrail'e ne dersiniz. O küçücük ülke eğer nükleer silahı olmasa varlığını uzun vadede garanti edebilir mi? İran..?  İslam dünyasına sürekli ayak bağı olmuş halen de olmaya devam eden bu ülkenin nükleer silah sahibi olması Türkiye'ye karşı aşılması mümkün olmayan bir üstünlük vermez mi? Kurulduğumuz koltuktan biraz doğrularak düşünmeye ihtiyacımız var, daha fazla gecikmeden!..
Ekleme Tarihi: 18 Ocak 2016 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

TÜRKİYE’NİN NÜKLEER ENERJİ İHTİYACI

İnsana ekmek-su ne kadar gerekliyse devletlere de “enerji” o kadar gereklidir. Bir başka deyişle insanın yaşaması için vazgeçilmez olan fizyolojik ihtiyaç, devlet için vazgeçilmez olan enerji ile eşdeğerdir. İşin esasında savaşların temel nedeni de enerji kaynaklarına sahip olma mücadelesidir.

1700’lü yıllarda; sanayi devrimi ile başlayan ve hammadde ve enerji ihtiyacı, o dönemlerde sömürgeciliğin gerekçesini oluşturmuştu. Kitlesel üretimin yaygınlaşması ve tüketim çılgınlığının had safhaya ulaşması bu ihtiyaca çarpan etkisi oluşturmuştur. Sürekli yeni kaynaklar araştırıldı. Bunda başarılı da olundu. Bu kaynakların en stratejik olanı şüphesiz petrol ve türevleridir. Ancak tahminler bu kaynağın yarım yüzyıl kadar sonra biteceği yönündedir.

Nükleer enerji ise bir başka açıdan stratejiktir. Zira Sovyet zamanından kalma ve Türkiye sınırına yalnızca 16 km uzaklıktaki Metsamor nükleer santrali bile Ermenistan gibi küçücük bir ülkeye stratejik üstünlük sağlamaktadır. Olayın salt enerji üretimi ile sınırlı olduğunu kimse düşünmüyor elbette. Bu yüzden Batı bir bütün olarak İran’ın bu teknolojiyi elde etmesini engelleme çabası içerisinde. Nitekim 17 Ocak 2016 itibariyle de bunu başarmış gözüküyor. İsrail anlaşmadan memnun olmasa da Batı şimdilik İran’ı nükleer silah üretmeme konusunda istediğini elde etmişe benziyor. Zafer İran’ın mı, Batının mı yoksa İsrail’in mi tartışılır elbette, ama İranlı yetkililer anlaşma karşılığı başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin ambargosunun kalkmış olmasından fevkalade mutlu gözükmekteler. Böylece İran bütün küfür erbabı ile açık işbirliğine girmiştir. Malum Rusya ile açık, İsrail ile örtülü ilişkisi öteden beri devam ediyor. İran Batı ile geliştirdiği iyi ilişkilerle orantılı olarak İslam dünyası ile arasını açmaktadır. Bu durum İran için hiç de hayra alamet gözükmüyor.

Türkiye özellikle de petrol ve doğalgaz bakımından tam bir enerji “fakiridir.” 1923’te yeni sınırlar belli olduğunda Türkiye’nin fiziki sınırı aynı zamanda petrol sınırı idi adeta… Sınırın hemen ötesinde Irakta, Suriye’de Batum’da petrol vardı ama Türkiye’de buna ulaşmak mümkün olmuyordu. Bunu elbette başka nedenlerle de açıklamak mümkün. Lozan’ın açıklanmayan maddeleri mesela… Hani vardır ya 2023 vizyonu… Acaba bu kuru bir hamaset mi yoksa 100 yıllık bir parantezin kapatılması mı? Üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Devlet yetkilileri bunu davul-zurnayla ilan edecekler değil ya… Kamufle ediyorlar işte. Tabii bu kamuflajı bütün taraflar da biliyor ve dört koldan saldırıyorlar.

II. Dünya Savaşından yenik çıkan, Almanya, Japonya gibi ülkeler; galip tarafta gözükse de bitmiş tükenmiş ve sömürgelerini kaybetmiş Fransa ve İngiltere, Soğuk savaşın demirperde gerisi ülkelerinin hamisi Sovyetler, diğer iddialı ülke Çin bu süreç içerisinde farklı bileşenleri kullanarak enerji kaynaklarını güçlendirdi ve çeşitlendirdiler. Bu ülkeler ilk fırsatta nükleer silah elde etmek yarışına da girdiler. Değişik tarihlerde bu teknolojiye sahip olduktan sonra, hiçbir konuda anlaşamayan bu ülkeler iki kutuplu dünya şartlarında “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasını” imzaladılar. Etkili de oldu. Birkaç ülke hariç (Hindistan, Pakistan, İsrail, Kuzey Kore gibi) nükleer teknolojiyi elde etmeye çalışan ülkelerin dünyayı başlarına yıktılar. Birçoğu da buna teşebbüs bile edemedi ya da etmedi.

Türkiye de öyle gözüküyor. 1990’a kadar bir anlamda NATO korumasında olan Türkiye, stratejik hiçbir alanda kendi projelerini üretemedi. 90’lı yılların kayıp yıllar olduğunu bilmeyen yok elbette. 1999’da depremle birlikte çöken siyaset 2001 krizi ile mevta haline gelince Türkiye’de yeni bir dönem başladı. Yaklaşık 13-14 yıldır yaşanan süreç bir çok ezberi bozdu. Bunlardan birisi de enerji alanında idi. Bir taraftan yerel kaynaklar harekete geçirildi. Diğer taraftan da yapılan uluslararası anlaşmalarla öteden beri gündemde olan ama bir türlü başarılamayan nükleer santral projeleri hayata geçirildi.

Yerel kaynaklardan kastım; hidro elektrik santraller, güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, jeotermal enerji ve bio enerji gibi “yenilenebilir” ve “çevreci” kaynaklar ama, ülkemdeki “garaib güruh” buna da çevre adına karşı çıkmayı başardı. Meşhur medeniyetler çatışması projesinde Huntington Türkiye’ye ayrı bir başlık açmış ve Türkiye’yi diğer İslam dünyası ülkelerinden ayırmış... Birkaç defa okuduğum makalede Türkiye “nev’i şahsına münhasır-su-i generis” bir ülke olarak ele alınmış çalışmada... İşte çevrecilerin “çevreci” bir enerji kaynağına karşı çıkmaları bu türden bir örnek…

Avrupa Birliği ülkeleri enerjilerinin yarısına yakınını kendi öz kaynaklarından karşılıyor. Bunların büyük bir çoğunluğu da yenilenebilir enerji kaynakları... Güneşin neredeyse hiç yüzünü göstermediği İngiltere'de bile evlerin üzere güneş panelleriyle dolu... Rüzgar enerjisine gelince gök yüzünden baktığınızda neredeyse bütün ülke sathı rüzgar tribünleriyle donatılmış... Bizim kaynak olarak bile düşünmediğimiz bio enerjiye gelince o da AB'nin temel teşvik alanlarından birisi... Japonya ise aynı işi nükleer santraller vasıtasıyla çözüyor. Tam elli adet nükleer santral var bu ülkede... Diğer önemli bir bilgi de şu ki; kamuoyuna yansıyanın Avrupa’da nükleer santraller kapatılmıyor, sadece yenileniyor. Nükleer fizik Profesörü bir hocamdan bu bilgiyi aldığımda şaşırmıştım. 1986’da nükleer kazanın yaşandığı Çernobil santrali birinci nesil ve fevkalade eski bir teknoloji… Metsamor da öyle hemen hemen... Bu tesis deprem bölgesinde olmasına rağmen SSCB zamanında Türkiye'ye bir tehdit olsun diye kurulmuştu. Nitekim 1988’deki depremde ciddi zarar gördü ve devre dışı kaldı bir süre…  AB'nin ciddi uyarılarına rağmen, Ermenistan hükümeti enerji ihtiyacının % 40’ını karşıladığı bu santrali 2026 yılına kadar kullanmayı kararlaştırmıştır.

Nükleer santraller elbette büyük bir risk barındırıyor. Bu risk Çernobil’de açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ancak başka da ciddi bir kaza yoktur hemen hemen. Nükleer santrallerdeki kaza riskini uçaklardaki riske benzetebiliriz. Zira bir taraftan en güvenli, diğer taraftan en tehlikeli vasıtadır uçaklar… Güvenlidir, çünkü sayısal olarak uçak kazaları çok azdır. Tehlikelidir, çünkü uçak kazalarında genellikle kurtulan olmaz. Beşinci nesil santrallerin inşa edildiği günümüzde, bu santrallerde kaza olma riski dünyaya meteor çarpma riskinden daha azdır.

Türkiye'nin nükleer santrale hangi sebepten ihtiyaç duyduğuna gelelim: Büyük devletlerin hedefleri ve planları da büyük ve uzun vadelidir. Söyler misiniz bana İngiltere neden savaş noktasına gelmesine rağmen, savaş sırasında değil de, Sevr anlaşmasındaki bir hükme dayanarak sonradan işgal ettiği Musul ve Kerkük'ü Türkiye'ye vermediler? Bu hedefe ulaşmak için iç isyan bile çıkarttılar (Şeyh Sait isyanı). Çünkü büyük devlet olan İngiltere yüz yıl sonrasının hesabını ve planını yapıyordu... Sadece bir örnek bu elbette... Büyük ülkeler ve liderler hedeflerine sessiz ve derinden giderler... Ülkemizde gerek geçmişte gerekse günümüzde bunun örneği de yok değildir. Türkiye büyük bir ülkedir, misyonunun farkındadır... Bunu Batı görüyor da bizim tatlı su balığı çevreciler göremiyor.

Sizce Pakistan nükleer güç sahibi olmasaydı dünyanın gelecekteki en güçlü ülkelerinden birisi olarak gösterilen Hindistan'a karşı denge kurabilir miydi? Peki İsrail'e ne dersiniz. O küçücük ülke eğer nükleer silahı olmasa varlığını uzun vadede garanti edebilir mi? İran..?  İslam dünyasına sürekli ayak bağı olmuş halen de olmaya devam eden bu ülkenin nükleer silah sahibi olması Türkiye'ye karşı aşılması mümkün olmayan bir üstünlük vermez mi? Kurulduğumuz koltuktan biraz doğrularak düşünmeye ihtiyacımız var, daha fazla gecikmeden!..

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.