Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

B.O.P.

Dünyanın şekillendiği çeşitli dönemler vardır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası, İkinci Dünya Savaşı sonrası gibi… 1990 sonrası, yani Doğu Blokunun çöküşünden sonra da dünya yeniden şekillendi. II. Dünya Savaşı sonrası şekillenen ve defacto olarak ikiye ayrılan dünya, Kore savaşı ve bazı bölgesel çatışmalar hariç tutulursa, sıcak bir savaşta karşı karşıya gelmedi. Kore Savaşında da Çin ile doğrudan ama SSCB ile de dolaylı bir savaş yaşandı. Zira bu ülke savaşa resmen girdiğini hiçbir zaman kabul etmedi ve herhangi bir savaş uçağı ele geçirilemedi. Savaşın resmen kazananı olmadı. Çinin karşı saldırısı ve SSCB'nin resmi olarak savaşa girmemesi, aynen şimdi Suriye'de olduğu gibi, ancak yoğun desteğiyle Kore ikiye ayrıldı ve ateşkes ilanıyla fiili halen devam ediyor. 1945 sonrası doğrudan bir sıcak savaş olmasa da çok ciddi bir “soğuk savaş” dönemi yaşandı. Bu daha çok uzay çalışmaları alanında bilimsel-psikolojik yarış-savaş, silahlanma-nüfuz alanı oluşturma yarışı ve propaganda yarışı şeklinde 1990'da Berlin duvarı yıkılıncaya kadar devam etti. Taraflar zaman zaman diğerine karşı üstünlük sağlasa da, nihai olarak Doğu Bloku soğuk savaşı kaybetti. Sıcak savaş, daha doğrusu SSCB'nin özgür Avrupa'yı işgal etme ihtimaline karşı ise NATO ittifakı kuruldu. Zira SSCB gerçek bir tehlikeydi. Avrupa’da bir ittifak zorunluydu. Bu ittifak Avrupa’yı kurtaran ABD’siz olamazdı. Zira savaştan bitmiş-tükenmiş bir Avrupa, ABD'nin müdahalesi ile Nazi Almanya'sının işgalinden kurtulmuştu. ABD müdahalesi ve SSCB'nin Nazi Almanyası karşısındaki direnişi bu işgali önledi. Ancak, savaş sonrası yeni bir tehlike belirdi: Bu tehlike, savaşta müttefik olan ABD-Avrupa ile SSCB arasındaki nüfuz mücadelesi idi. Bu tehlikeyi Avrupalılar da görüyordu. Ancak bertaraf etme güçleri yoktu. Ne yenik Almanya, ne işgalden kurtarılan Fransa ve ne de artık tarihi gücünü ve misyonunu kaybetmiş olan İngiltere... Hiçbirisi ama hiç birisi birlik de olsalar Sovyet yayılmasını engelleyecek güçte değillerdi. Yani kısaca Avrupalı devletler kendilerini önce Nazi Almanya’sından kurtaran ABD'yi şimdi de SSCB'nin tehditlerinden kurtarmayı istiyorlardı. ABD bu şekilde yerleşti Avrupa'ya... Önce Marshall yardımlarıyla gönüllerini aldı. Arkasından AB'nin kurulmasına destek oldu... Daha sonra NATO vasıtasıyla SSCB'den gelebilecek tehlikeleri ortadan kaldırmak üzere ordusunu konuşlandırdı. Bu da yetmezmiş gibi her ihtimale karşı halk direnişini organize etmek üzere NATO ülkelerinde o ülkelerin yöneticilerinin yetkisi dışında gizli örgütler kurdu: Gladio gibi... Türkiye'nin NATO'ya kabul süreci de böyle bir endişeden kaynaklanmaktadır. Zira Türkiye hür Avrupa ile komünist SSCB arasında tampon bir ülkeydi. Yani Avrupa'ya Doğudan gelecek bir tehdidi ilk göğüsleyecek ülke Türkiye olacaktı. Bir anlamda NATO da Türkiye'ye muhtaçtı. Elbet Türkiye'nin Kore'de yaptığı hizmetler ve kahramanlıklar göz ardı edilemezdi. Zira hiç bir ortak bağı ve tarihi olmayan Kore'ye özgürlüğü için Türkiye tam beşbin asker göndermiş olan Türkiye, özellikle Kunuri çatışmalarında Çin ordusunun ilerlemesini yavaşlatarak ABD ordusunu yok olmaktan kurtarmıştı. Böyle bir hizmet karşılıksız bırakılamazdı elbette… Yıl 1991… Sovyet tehdidi ortadan kalktı. Sovyet tehdidinin kalkmasıyla birlikte NATO'nun da kuruluş gerekçesi kalmadı. Ama dünya yeniden şekilleniyordu. Bu yeni dünya düzenini dizayn edecek global bir güce ihtiyaç vardı. Üstelik artık çok daha rahat at oynatabilirdi. Zira Varşova Paktı dağılmıştı. Ama Türkiye'nin, dünyanın yeniden şekillendiği bu dönemde, hiç bir hazırlığı yoktu. Orta Asya'da altı adet Türk-Müslüman kökenli ülke bağımsız olmuştu, ama Türkiye bir takım kucaklaşma- öpüşme dışında nerdeyse hiç bir şey yapamamıştı. Zira Türkiye, bir çok zaman olduğu gibi içerdeki ayak oyunlarından etrafına bakacak mecali yoktu. Üstelik plansız-programsızlık Orta Asya Cumhuriyetlerinde bir “güvensizlik” de oluşturmuştu. Bu ülkeler çok geçmeden Putin’le birlikte yeniden güçlenen Rusya’nın nüfuz alanına girdi. Azerbaycan gibi ülkelerdeki çıkışlar (Elçibey’in mücadelesi) ise, yine bölgesel ve iç güçler kullanılarak kısa sürede bastırıldı. Ama Almanya öyle yapmamıştı. Geçen 45 yıllık sürede bütün enerjisini bölünen Almanya'nın bütünleştirilmesine ayırmıştı. Bunu başardı da… Hem de SSCB dağılmadan... 1990 yılında... Dünyanın tek jandarması olan ABD kimi zaman konsept değiştirip Somali'ye müdahale ediyor, kimi zaman Panamayı işgal ediyor, Afganistan iç savaşını yönlendirip orada kendine bağlı bir yönetim (Taliban) oluşturuyor, kimi zaman da İran'ı tehdit ediyor, bir bahaneyle Körfeze yerleşip, Irak üzerindeki uzun vadeli planlarını hayata geçiriyordu. Dünyanın 1991 sonrası yeniden şekillenmesini önemli ölçüde tamamladıktan sonra, Çin ve güçlenen Rusya'nın tehditleri bir tarafa bırakılırsa, çok da kafası çalışmayan George W Bush 8 yıllık Demokrat Parti (Clinton Dönemi) iktidarının ardından Yahudi orijinli Neo-Conlar marifetiyle, ABD derin devletine has yöntemleri kullanarak daha fazla oy almış olan Demokratların adayı, Al Gore'u devre dışı bırakarak baba Bush'un yarım bıraktığı misyonu tamamlamak üzere ABD başkanlık koltuğuna oturuyordu. İlk iş Irak’ın işgali... Bu kadar medya gücü varken bahane bulmaya ne var... Arkasından hala nasıl olduğu belli olmayan bir saldırıyla Afganistan’ın işgali... Zira ABD derin devleti uzun vadeli tehlikeyi görmüştü: 1990 sonrası özellikle İslam ülkelerinde dine bir yöneliş, muhafazakarlaşma, bir uyanış süreci gözlemliyordu... Bölgede de ABD'nin gayri meşru çocuğu İsrail aynı endişeleri taşıyordu... Doğal olarak olayın önünün alınması gerekiyordu. Plan birer birer hayata geçirilip tehlike teker teker bertaraf ediliyordu. Bu arada İsrail elini sıcak sudan soğuk suya da değdirmiyordu. O, Filistinlileri öldürmekle meşguldü. Bölgede önceden kurulmuş kukla yönetimler vasıtasıyla bu ülkelerde oluşmaya başlayan ve din eksenli muhalefete kimi yerde darbe yaparak, kimi yerde iç savaş çıkararak, kimi yerde de parti kapatmak… gibi yöntemlerle nefes aldırılmıyordu. ABD olayın “İslami” boyutunu da göz ardı etmiyordu. Bu ülkelerde kökü dışarıda geniş toplum kesimlerini etkileyen, İslami söylemi olan ve adına “ılımlı İslam” dedikleri ve kurallarını kendilerinin belirlediği, uzun vadede ABD emellerine hizmet eden gruplar oluşturmaya başladı. Böylece milyonlarla ifade edilen “Müslümanlar” bir ibadet aşkıyla, çoğu farkında olmadan, ABD’ye hizmet etmeye başlamıştı. Öte yandan Ortadoğu’daki yaşlı diktatörlerin foyaları yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. Bunlara da bir çare bulmak gerekiyordu. Ilımlı bir geçişle oğullarının yerlerini almasını tercih etseler de artık Ortadoğu halkı bu oyuna tekrar gelmeyi kabullenecek durumda değildi. İblis gibi yöntem değiştiriyorlardı. Biri deşifre oldu mu diğerini devreye sokuyorlardı. Oluşturdukları tek yanlı eğitim sistemiyle o ülkenin önemli bir kesimini zaten saflarına çekmişlerdi… Yani geniş bir taraftar grubu canla başla bunlar lehine çalışıyorlardu. Zira ekonomik ve sosyal gelişmişliğini tamamlamamış olan bu ülkelerde, seçim varsa bile genellikle manupile ediliyordu. Global güçlerin bu ülkelerde kendilerine göbekten bağlı temsilcileri -ki bu bazen bir medya grubu, bazen bir parti, bazen asker, bazen işadamı dernekleri, sendika, lobi, baskı grubu, yasal-yasadışı örgütler.... olabilir- bu işte canhıraş çalışırlar... Bu onlar için adeta kutsal bir vazifedir. Büyük güçler esasen bunlar vasıtasıyla neredeyse her seçimde yeni bir olağanüstü gündemle seçmenin kafasını karıştırır, onların kutsallarını devreye sokarlar... Bu kutsal bazen bir dini kural bazen milliyetçilik, sağcılık solculuk...  Konjonktürel olarak hangisi gerekliyse devreye sokulur. (devam edecek…)
Ekleme Tarihi: 01 Aralık 2014 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

B.O.P.

Dünyanın şekillendiği çeşitli dönemler vardır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası, İkinci Dünya Savaşı sonrası gibi… 1990 sonrası, yani Doğu Blokunun çöküşünden sonra da dünya yeniden şekillendi. II. Dünya Savaşı sonrası şekillenen ve defacto olarak ikiye ayrılan dünya, Kore savaşı ve bazı bölgesel çatışmalar hariç tutulursa, sıcak bir savaşta karşı karşıya gelmedi. Kore Savaşında da Çin ile doğrudan ama SSCB ile de dolaylı bir savaş yaşandı. Zira bu ülke savaşa resmen girdiğini hiçbir zaman kabul etmedi ve herhangi bir savaş uçağı ele geçirilemedi. Savaşın resmen kazananı olmadı. Çinin karşı saldırısı ve SSCB'nin resmi olarak savaşa girmemesi, aynen şimdi Suriye'de olduğu gibi, ancak yoğun desteğiyle Kore ikiye ayrıldı ve ateşkes ilanıyla fiili halen devam ediyor. 1945 sonrası doğrudan bir sıcak savaş olmasa da çok ciddi bir “soğuk savaş” dönemi yaşandı. Bu daha çok uzay çalışmaları alanında bilimsel-psikolojik yarış-savaş, silahlanma-nüfuz alanı oluşturma yarışı ve propaganda yarışı şeklinde 1990'da Berlin duvarı yıkılıncaya kadar devam etti. Taraflar zaman zaman diğerine karşı üstünlük sağlasa da, nihai olarak Doğu Bloku soğuk savaşı kaybetti.

Sıcak savaş, daha doğrusu SSCB'nin özgür Avrupa'yı işgal etme ihtimaline karşı ise NATO ittifakı kuruldu. Zira SSCB gerçek bir tehlikeydi. Avrupa’da bir ittifak zorunluydu. Bu ittifak Avrupa’yı kurtaran ABD’siz olamazdı. Zira savaştan bitmiş-tükenmiş bir Avrupa, ABD'nin müdahalesi ile Nazi Almanya'sının işgalinden kurtulmuştu. ABD müdahalesi ve SSCB'nin Nazi Almanyası karşısındaki direnişi bu işgali önledi. Ancak, savaş sonrası yeni bir tehlike belirdi: Bu tehlike, savaşta müttefik olan ABD-Avrupa ile SSCB arasındaki nüfuz mücadelesi idi. Bu tehlikeyi Avrupalılar da görüyordu. Ancak bertaraf etme güçleri yoktu. Ne yenik Almanya, ne işgalden kurtarılan Fransa ve ne de artık tarihi gücünü ve misyonunu kaybetmiş olan İngiltere... Hiçbirisi ama hiç birisi birlik de olsalar Sovyet yayılmasını engelleyecek güçte değillerdi. Yani kısaca Avrupalı devletler kendilerini önce Nazi Almanya’sından kurtaran ABD'yi şimdi de SSCB'nin tehditlerinden kurtarmayı istiyorlardı. ABD bu şekilde yerleşti Avrupa'ya... Önce Marshall yardımlarıyla gönüllerini aldı. Arkasından AB'nin kurulmasına destek oldu... Daha sonra NATO vasıtasıyla SSCB'den gelebilecek tehlikeleri ortadan kaldırmak üzere ordusunu konuşlandırdı. Bu da yetmezmiş gibi her ihtimale karşı halk direnişini organize etmek üzere NATO ülkelerinde o ülkelerin yöneticilerinin yetkisi dışında gizli örgütler kurdu: Gladio gibi...

Türkiye'nin NATO'ya kabul süreci de böyle bir endişeden kaynaklanmaktadır. Zira Türkiye hür Avrupa ile komünist SSCB arasında tampon bir ülkeydi. Yani Avrupa'ya Doğudan gelecek bir tehdidi ilk göğüsleyecek ülke Türkiye olacaktı. Bir anlamda NATO da Türkiye'ye muhtaçtı. Elbet Türkiye'nin Kore'de yaptığı hizmetler ve kahramanlıklar göz ardı edilemezdi. Zira hiç bir ortak bağı ve tarihi olmayan Kore'ye özgürlüğü için Türkiye tam beşbin asker göndermiş olan Türkiye, özellikle Kunuri çatışmalarında Çin ordusunun ilerlemesini yavaşlatarak ABD ordusunu yok olmaktan kurtarmıştı. Böyle bir hizmet karşılıksız bırakılamazdı elbette…

Yıl 1991… Sovyet tehdidi ortadan kalktı. Sovyet tehdidinin kalkmasıyla birlikte NATO'nun da kuruluş gerekçesi kalmadı. Ama dünya yeniden şekilleniyordu. Bu yeni dünya düzenini dizayn edecek global bir güce ihtiyaç vardı. Üstelik artık çok daha rahat at oynatabilirdi. Zira Varşova Paktı dağılmıştı. Ama Türkiye'nin, dünyanın yeniden şekillendiği bu dönemde, hiç bir hazırlığı yoktu. Orta Asya'da altı adet Türk-Müslüman kökenli ülke bağımsız olmuştu, ama Türkiye bir takım kucaklaşma- öpüşme dışında nerdeyse hiç bir şey yapamamıştı. Zira Türkiye, bir çok zaman olduğu gibi içerdeki ayak oyunlarından etrafına bakacak mecali yoktu. Üstelik plansız-programsızlık Orta Asya Cumhuriyetlerinde bir “güvensizlik” de oluşturmuştu. Bu ülkeler çok geçmeden Putin’le birlikte yeniden güçlenen Rusya’nın nüfuz alanına girdi. Azerbaycan gibi ülkelerdeki çıkışlar (Elçibey’in mücadelesi) ise, yine bölgesel ve iç güçler kullanılarak kısa sürede bastırıldı. Ama Almanya öyle yapmamıştı. Geçen 45 yıllık sürede bütün enerjisini bölünen Almanya'nın bütünleştirilmesine ayırmıştı. Bunu başardı da… Hem de SSCB dağılmadan... 1990 yılında...

Dünyanın tek jandarması olan ABD kimi zaman konsept değiştirip Somali'ye müdahale ediyor, kimi zaman Panamayı işgal ediyor, Afganistan iç savaşını yönlendirip orada kendine bağlı bir yönetim (Taliban) oluşturuyor, kimi zaman da İran'ı tehdit ediyor, bir bahaneyle Körfeze yerleşip, Irak üzerindeki uzun vadeli planlarını hayata geçiriyordu.

Dünyanın 1991 sonrası yeniden şekillenmesini önemli ölçüde tamamladıktan sonra, Çin ve güçlenen Rusya'nın tehditleri bir tarafa bırakılırsa, çok da kafası çalışmayan George W Bush 8 yıllık Demokrat Parti (Clinton Dönemi) iktidarının ardından Yahudi orijinli Neo-Conlar marifetiyle, ABD derin devletine has yöntemleri kullanarak daha fazla oy almış olan Demokratların adayı, Al Gore'u devre dışı bırakarak baba Bush'un yarım bıraktığı misyonu tamamlamak üzere ABD başkanlık koltuğuna oturuyordu. İlk iş Irak’ın işgali... Bu kadar medya gücü varken bahane bulmaya ne var... Arkasından hala nasıl olduğu belli olmayan bir saldırıyla Afganistan’ın işgali... Zira ABD derin devleti uzun vadeli tehlikeyi görmüştü: 1990 sonrası özellikle İslam ülkelerinde dine bir yöneliş, muhafazakarlaşma, bir uyanış süreci gözlemliyordu... Bölgede de ABD'nin gayri meşru çocuğu İsrail aynı endişeleri taşıyordu... Doğal olarak olayın önünün alınması gerekiyordu. Plan birer birer hayata geçirilip tehlike teker teker bertaraf ediliyordu. Bu arada İsrail elini sıcak sudan soğuk suya da değdirmiyordu. O, Filistinlileri öldürmekle meşguldü. Bölgede önceden kurulmuş kukla yönetimler vasıtasıyla bu ülkelerde oluşmaya başlayan ve din eksenli muhalefete kimi yerde darbe yaparak, kimi yerde iç savaş çıkararak, kimi yerde de parti kapatmak… gibi yöntemlerle nefes aldırılmıyordu.

ABD olayın “İslami” boyutunu da göz ardı etmiyordu. Bu ülkelerde kökü dışarıda geniş toplum kesimlerini etkileyen, İslami söylemi olan ve adına “ılımlı İslam” dedikleri ve kurallarını kendilerinin belirlediği, uzun vadede ABD emellerine hizmet eden gruplar oluşturmaya başladı. Böylece milyonlarla ifade edilen “Müslümanlar” bir ibadet aşkıyla, çoğu farkında olmadan, ABD’ye hizmet etmeye başlamıştı.

Öte yandan Ortadoğu’daki yaşlı diktatörlerin foyaları yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. Bunlara da bir çare bulmak gerekiyordu. Ilımlı bir geçişle oğullarının yerlerini almasını tercih etseler de artık Ortadoğu halkı bu oyuna tekrar gelmeyi kabullenecek durumda değildi. İblis gibi yöntem değiştiriyorlardı. Biri deşifre oldu mu diğerini devreye sokuyorlardı. Oluşturdukları tek yanlı eğitim sistemiyle o ülkenin önemli bir kesimini zaten saflarına çekmişlerdi… Yani geniş bir taraftar grubu canla başla bunlar lehine çalışıyorlardu. Zira ekonomik ve sosyal gelişmişliğini tamamlamamış olan bu ülkelerde, seçim varsa bile genellikle manupile ediliyordu.

Global güçlerin bu ülkelerde kendilerine göbekten bağlı temsilcileri -ki bu bazen bir medya grubu, bazen bir parti, bazen asker, bazen işadamı dernekleri, sendika, lobi, baskı grubu, yasal-yasadışı örgütler.... olabilir- bu işte canhıraş çalışırlar... Bu onlar için adeta kutsal bir vazifedir. Büyük güçler esasen bunlar vasıtasıyla neredeyse her seçimde yeni bir olağanüstü gündemle seçmenin kafasını karıştırır, onların kutsallarını devreye sokarlar... Bu kutsal bazen bir dini kural bazen milliyetçilik, sağcılık solculuk...  Konjonktürel olarak hangisi gerekliyse devreye sokulur. (devam edecek…)

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.