Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

FAŞİZM - FANATİZM…

Darbeler 20. yüzyılın başında “oluşturulmuş” ülkelerin rutini… Sanayi devrimiyle başlayan sömürge anlayışı halen devam ediyor ve bu ülkeler de sürecin “kölesi…” O günden bu güne değişen şey sadece sömürgeciliğin ve köleliğin şekli… O dönemde doğrudan orduyla işgal edilen ve kaynaklarına el konulup halkı köleleştirilen ülkeler 20. yüz yılla birlikte değişime uğradı. Zira halk tezgâhı anlamış ve ayaklanmıştı. Pabucun pahalı olduğunu gören müstemlekeciler ordularını bu ülkelerden çektiler ama yerlerine müstemleke esnasında yetiştirdikleri “adamlarını” yerleştirdiler. Bunlar görünüşte o memleketin insanları idi. Her birini başka bir yöntemle, hem de kendilerine karşı “kahraman” ilan ettiler. Doğrudan işgal edemedikleri veya etmeyi ekonomik bulmadıkları kimi ülkelerde de yönetimi iç işbirlikçilerin yardımıyla uzaklaştırdılar.   Yapılan gizli anlaşmalarla bu ülkelere şartlı ve kısıtlı bir “bağımsızlık” verdiler. Ama her ihtimale karşı da iki tedbiri elden bırakmadılar: Bunlardan birisi küçük parçalara ayırdıkları bütün ülkelerin bir deniz sınırı olmasını önemsediler. Olaki hesap dışı bir durum meydana gelirse müdahalenin kolay olmasını istediler. Irak örneğinde olduğu gibi… Yine aynı ihtimale karşı içeride yetiştirdikleri işbirlikçiler vasıtasıyla halkı sürekli baskı altında tuttular ve “hadlerini aştıklarında” yine içerideki “adamları-askerleri” vasıtasıyla te’dip ettiler. İşlerini kimi zaman kendilerine göbekten bağlı ‘diktatörler’ vasıtasıyla yürüttüler. Birçok Arap ülkesinde olduğu gibi… Kimi zaman da görünüşte var olan bir demokrasiyle, o ülkenin önceden ele geçirdikleri medya organları vasıtasıyla manipüle ettikleri seçimlerle yönetimleri yine “adamlarına” teslim ettiler. Birçok dönemde Türkiye’de olduğu gibi… Ha bir de “stratejik sektörlerde” “stratejik kararlar” onlardan izinsiz alınamadı. Örneğin 1930’lu ve 40’lı yıllarda uçak yapan Türkiye istemediler… Şimdi de istemiyorlar… Kendi silahımızı üretiyoruz ya… Afrinde kullanıyoruz, o yüzden…   Bazen hesapları tutmadı tabii… Adamlarının boğazına kadar yolsuzluğa battığı dönemlerde “illallah” diyen halk her şeyi göze alarak kendilerine daha yakın kişileri başa getirdiler. Halkı sakinleştirmek için kimi zaman da buna mecbur kaldılar. Ama durumu telafi edecek müesseseler her ihtimale karşı hazır bekletiliyordu. Eğer ola ki bu hükümetler sadece iktidar olmak değil aynı zamanda “muktedir” de olmak isterse gereğini yapmaktan da kaçınmadılar. Menderes ve Özal’da olduğu gibi…   Ön alma girişimlerini de elden bırakmadılar. Ele geçirdikleri diğer bir kurum olan yargı vasıtasıyla toplumsal tabanı “tehlike arz eden” partileri bir çırpıda kapatı kapatıverdiler. O ülkede açılmış olan derin yaraların herhangi bir önemi yok elbette… Köleler bedel ödemeye mahkûmdu doğal olarak… Kendileri ve kontrol ettikleri ülkelerdeki ağababaları “küçük bir mutlu azınlık” (oligarşik düzen) oluştururken, geniş halk kitlelerinin tepesinden demoklesin kılıcını indirmediler. Ne zaman seslerini yükseltseler tepelerine vuruldu ve hadleri bildirildi.   Eğer konu kurumsallaşmışsa ülkedeki işbirlikçiler ki bunlar genellikle medya ve görünüşteki sivil toplum örgütleriydi, (28 Şubat Sürecindeki beşli çete gibi), derhal harekete geçirildi ve önceden oluşturulmuş korku paranoyası etkinleştirildi… İrtica tehdidi gibi… Eğer bunlar da yeterli gelmezse son çare olarak askeri devreye koydular ve “darbeyi” indirdiler… Gerisi kolay tabii... Göstermelik yargılamalar, arkasından da idam… Kimsenin de gıkı çıkamaz. Askerleri de kurtarıcı kahraman ilan ettikten sonra halk bir on yıl kendine gelemez. O yüzden on yıllık aralıklarla bu darbenin vurulması adeta “teamül” halini almıştır.   Tabii darbeler de zaman içerisinde ihtiyaca göre şekil değiştirdi. Zira her seferinde aynı yöntemi kullanmak deşifre ediyordu darbecileri… Halk nezdindeki derin tepki, önü alınmaz sonuçları beraberinde getirebilirdi. Bunun örneği de yok değildi hani… Düşünsenize 1960 darbesinin bir benzeri olan 1980 darbesinden sonra gelen hükümeti bertaraf etmek ağır maliyetlere yol açmıştı, ama başarmışlardı. İtibarsızlaştırılan lider (Özal) en sonunda özel yöntemlerle ortadan kaldırılmıştı. Hem de tereyağından kıl çeker gibi. 20 sene kimsenin ruhu bile duymadı. 20 sene sonraki çabalar da Türkiye’nin derin gündemi kurban edildi.   Ama dönemin izleri de kalmadı değil. Zira artık “surda bir gedik açılmıştı”. Cin şişeden çıkmış, kahpe rüzgârın ne taraftan estiğinin bir önemi kalmamıştı. “Elebaşının” işini bitirmişlerdi ama mirasçıları halk tabanında darbecilere ve onun ağababalarına korku salmaya başlamıştı. Artık dünya iki kutuplu olmaktan da çıkmıştı. Ellerindeki en önemli koz “komünizm”, tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerini almıştı. Anadolu insanı şehirlere göçmüş, üniversiteler okumuş, belediyeler vasıtasıyla da olsa devlet tecrübesi edinmeye başlamıştı. “Elebaşı” dünyadaki değişimi gerekçe göstererek medyadaki devlet tekelini kaldırmış, amatörce başlayan radyo televizyon yayınları uydulara kadar çıkmıştı. Bu yüzden “O’na” karşı çok kızgındılar. Dünyadaki değişimle bilinçlenen halk artık darbenin bilindik yöntemle yapılmasına izin vermiyordu. Yeni bir kılıf bulmak gerekiyordu. Dünya değişirken onlar hep aynı kalacak değillerdi ya… Ve onu da buldular… Yeni darbenin adı ‘post-modern darbe’ idi… İşbirlikçiler el birliğiyle “tehlikeyi” bir kez daha bertaraf etmişlerdi.   Edilmişti edilmesine ama boğazına kadar yolsuzluğa batmış olan darbeciler malı götürürken kocaman bir doğal felaketle yüz yüze kaldılar. Hatta bir rivayete göre dışarıdaki işbirlikçilerle birlikte post modern deniz üssünde darbenin kutlamasını yaparken yakalanmışlardı depreme… Olacak ya “tesadüfen” depremin merkezi tam da onların kutlama yaptıkları yerin altı idi. Yabancı ağa-babalarla yerli işbirlikçiler birlikte toprağın ve kabaran denizin altında kalarak yerle yeksan olmuşlardı. Tesadüf işte…   Deprem ne kelime… Daha büyük bir felaket bekliyordu darbeci ve sivil işbirlikçilerini… 28 Şubat süreci yavaş yavaş “meyvesini” vermeye başlamıştı. Başbakanla cumhurbaşkanı kanlı bıçaklı olmuş, kurulan paravan bankalar tek tek batmaya başlamıştı. 28 Şubat süreci sonrası, artık bütün ümidini yitirmiş parti lideri hükümetin başına getirilerek puzzle tamamlanmıştı. Zinde güçler bir kez daha başarmıştı. (devam edecek)
Ekleme Tarihi: 30 Ocak 2018 - Salı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

FAŞİZM - FANATİZM…

Darbeler 20. yüzyılın başında “oluşturulmuş” ülkelerin rutini… Sanayi devrimiyle başlayan sömürge anlayışı halen devam ediyor ve bu ülkeler de sürecin “kölesi…” O günden bu güne değişen şey sadece sömürgeciliğin ve köleliğin şekli… O dönemde doğrudan orduyla işgal edilen ve kaynaklarına el konulup halkı köleleştirilen ülkeler 20. yüz yılla birlikte değişime uğradı. Zira halk tezgâhı anlamış ve ayaklanmıştı. Pabucun pahalı olduğunu gören müstemlekeciler ordularını bu ülkelerden çektiler ama yerlerine müstemleke esnasında yetiştirdikleri “adamlarını” yerleştirdiler. Bunlar görünüşte o memleketin insanları idi. Her birini başka bir yöntemle, hem de kendilerine karşı “kahraman” ilan ettiler. Doğrudan işgal edemedikleri veya etmeyi ekonomik bulmadıkları kimi ülkelerde de yönetimi iç işbirlikçilerin yardımıyla uzaklaştırdılar.

 

Yapılan gizli anlaşmalarla bu ülkelere şartlı ve kısıtlı bir “bağımsızlık” verdiler. Ama her ihtimale karşı da iki tedbiri elden bırakmadılar: Bunlardan birisi küçük parçalara ayırdıkları bütün ülkelerin bir deniz sınırı olmasını önemsediler. Olaki hesap dışı bir durum meydana gelirse müdahalenin kolay olmasını istediler. Irak örneğinde olduğu gibi… Yine aynı ihtimale karşı içeride yetiştirdikleri işbirlikçiler vasıtasıyla halkı sürekli baskı altında tuttular ve “hadlerini aştıklarında” yine içerideki “adamları-askerleri” vasıtasıyla te’dip ettiler. İşlerini kimi zaman kendilerine göbekten bağlı ‘diktatörler’ vasıtasıyla yürüttüler. Birçok Arap ülkesinde olduğu gibi… Kimi zaman da görünüşte var olan bir demokrasiyle, o ülkenin önceden ele geçirdikleri medya organları vasıtasıyla manipüle ettikleri seçimlerle yönetimleri yine “adamlarına” teslim ettiler. Birçok dönemde Türkiye’de olduğu gibi… Ha bir de “stratejik sektörlerde” “stratejik kararlar” onlardan izinsiz alınamadı. Örneğin 1930’lu ve 40’lı yıllarda uçak yapan Türkiye istemediler… Şimdi de istemiyorlar… Kendi silahımızı üretiyoruz ya… Afrinde kullanıyoruz, o yüzden…

 

Bazen hesapları tutmadı tabii… Adamlarının boğazına kadar yolsuzluğa battığı dönemlerde “illallah” diyen halk her şeyi göze alarak kendilerine daha yakın kişileri başa getirdiler. Halkı sakinleştirmek için kimi zaman da buna mecbur kaldılar. Ama durumu telafi edecek müesseseler her ihtimale karşı hazır bekletiliyordu. Eğer ola ki bu hükümetler sadece iktidar olmak değil aynı zamanda “muktedir” de olmak isterse gereğini yapmaktan da kaçınmadılar. Menderes ve Özal’da olduğu gibi…

 

Ön alma girişimlerini de elden bırakmadılar. Ele geçirdikleri diğer bir kurum olan yargı vasıtasıyla toplumsal tabanı “tehlike arz eden” partileri bir çırpıda kapatı kapatıverdiler. O ülkede açılmış olan derin yaraların herhangi bir önemi yok elbette… Köleler bedel ödemeye mahkûmdu doğal olarak… Kendileri ve kontrol ettikleri ülkelerdeki ağababaları “küçük bir mutlu azınlık” (oligarşik düzen) oluştururken, geniş halk kitlelerinin tepesinden demoklesin kılıcını indirmediler. Ne zaman seslerini yükseltseler tepelerine vuruldu ve hadleri bildirildi.

 

Eğer konu kurumsallaşmışsa ülkedeki işbirlikçiler ki bunlar genellikle medya ve görünüşteki sivil toplum örgütleriydi, (28 Şubat Sürecindeki beşli çete gibi), derhal harekete geçirildi ve önceden oluşturulmuş korku paranoyası etkinleştirildi… İrtica tehdidi gibi… Eğer bunlar da yeterli gelmezse son çare olarak askeri devreye koydular ve “darbeyi” indirdiler… Gerisi kolay tabii... Göstermelik yargılamalar, arkasından da idam… Kimsenin de gıkı çıkamaz. Askerleri de kurtarıcı kahraman ilan ettikten sonra halk bir on yıl kendine gelemez. O yüzden on yıllık aralıklarla bu darbenin vurulması adeta “teamül” halini almıştır.

 

Tabii darbeler de zaman içerisinde ihtiyaca göre şekil değiştirdi. Zira her seferinde aynı yöntemi kullanmak deşifre ediyordu darbecileri… Halk nezdindeki derin tepki, önü alınmaz sonuçları beraberinde getirebilirdi. Bunun örneği de yok değildi hani… Düşünsenize 1960 darbesinin bir benzeri olan 1980 darbesinden sonra gelen hükümeti bertaraf etmek ağır maliyetlere yol açmıştı, ama başarmışlardı. İtibarsızlaştırılan lider (Özal) en sonunda özel yöntemlerle ortadan kaldırılmıştı. Hem de tereyağından kıl çeker gibi. 20 sene kimsenin ruhu bile duymadı. 20 sene sonraki çabalar da Türkiye’nin derin gündemi kurban edildi.

 

Ama dönemin izleri de kalmadı değil. Zira artık “surda bir gedik açılmıştı”. Cin şişeden çıkmış, kahpe rüzgârın ne taraftan estiğinin bir önemi kalmamıştı. “Elebaşının” işini bitirmişlerdi ama mirasçıları halk tabanında darbecilere ve onun ağababalarına korku salmaya başlamıştı. Artık dünya iki kutuplu olmaktan da çıkmıştı. Ellerindeki en önemli koz “komünizm”, tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerini almıştı. Anadolu insanı şehirlere göçmüş, üniversiteler okumuş, belediyeler vasıtasıyla da olsa devlet tecrübesi edinmeye başlamıştı. “Elebaşı” dünyadaki değişimi gerekçe göstererek medyadaki devlet tekelini kaldırmış, amatörce başlayan radyo televizyon yayınları uydulara kadar çıkmıştı. Bu yüzden “O’na” karşı çok kızgındılar. Dünyadaki değişimle bilinçlenen halk artık darbenin bilindik yöntemle yapılmasına izin vermiyordu. Yeni bir kılıf bulmak gerekiyordu. Dünya değişirken onlar hep aynı kalacak değillerdi ya… Ve onu da buldular… Yeni darbenin adı ‘post-modern darbe’ idi… İşbirlikçiler el birliğiyle “tehlikeyi” bir kez daha bertaraf etmişlerdi.

 

Edilmişti edilmesine ama boğazına kadar yolsuzluğa batmış olan darbeciler malı götürürken kocaman bir doğal felaketle yüz yüze kaldılar. Hatta bir rivayete göre dışarıdaki işbirlikçilerle birlikte post modern deniz üssünde darbenin kutlamasını yaparken yakalanmışlardı depreme… Olacak ya “tesadüfen” depremin merkezi tam da onların kutlama yaptıkları yerin altı idi. Yabancı ağa-babalarla yerli işbirlikçiler birlikte toprağın ve kabaran denizin altında kalarak yerle yeksan olmuşlardı. Tesadüf işte…

 

Deprem ne kelime… Daha büyük bir felaket bekliyordu darbeci ve sivil işbirlikçilerini… 28 Şubat süreci yavaş yavaş “meyvesini” vermeye başlamıştı. Başbakanla cumhurbaşkanı kanlı bıçaklı olmuş, kurulan paravan bankalar tek tek batmaya başlamıştı. 28 Şubat süreci sonrası, artık bütün ümidini yitirmiş parti lideri hükümetin başına getirilerek puzzle tamamlanmıştı. Zinde güçler bir kez daha başarmıştı. (devam edecek)

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.