Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

FAŞİZM – FANATİZM - 2

(Geçen haftadan devam)… Sürekli kafasına vurulan halk köylerinden çıkmış, ben de varım diyordu. Süreçte yaşanan ağır (ekonomik) kriz (2001), yönetilemeyince hâkim güçlerin bir taviz daha vermeleri zorunlu olmuştu. Eğer barajın önünü açmazlarsa durum çok fena olacaktı zira... Tabandan gelen baskıyı “zaman kazanmak için” göğüslemek zorunda kaldılar. Amerika’dan ithal ettikleri ve o zamana kadar adı duyulmamış “ekonomist” ülkeyi IMF’ye bağlayıp, nefes almasına yardımcı olduysa da aralarındaki kavganın ayyuka çıkması seçime gitme mecburiyeti doğurdu.   Alttan alta gelişen halk hareketi partileşmişti bile… Onlar da belki tahmin etmiyorlardı ama 2.5 yıl sonraki seçime katılmak üzere oluşturulan parti, daha bir yaşını bile doldurmadan kendisini seçim sathı mailinde buldu. Kim bilir, erken seçim belki de “sezinledikleri tehlikeyi” bertaraf etmeye dönüktü. Ne kadar uğraştılarsa olmadı. Halk darbecileri ve darbe sonrası oluşturulan şişirilmiş politikacıları tasfiye etmişti. Ama bedelin bu kadar ağır olacağını onlar da tahmin edememişti. Yine eski faşizan yöntemlerle ön alabileceklerini, halkı sindirebileceklerini düşündüler. Çok değil seçimden altı ay sonra da darbe planları yapmaya başlamışlardı. Ama halk bir daha aynı delikten ısırılma niyetinde değildi.   Darbe planları bir tarafa, eski alışkanlıklarından diğer birini daha devreye soktular. Bu en tehlikeli ve kuvvetli “darbe” olacaktı: Parti kapatma davası… Hep onlar önlem alacak değildi ya… Bu sefer de Anadolu çocukları önlem almıştı. Darbecilerin bu klasik ayak oyununu bilen Anadolu insanının Meclisteki çoğunluğu anayasayı değiştirerek, işbirlikçilerin bu “kılıfına uydurulmuş” yeni darbe planını suya düşürdü. O zamana kadarki en büyük tehlike atlatılmıştı. Eş zamanlı olarak başlatılan darbe soruşturmalarıyla psikolojik üstünlük de Anadolu çocuklarının eline geçmişti. Artık darbeciler kendilerini kurtarma derdine girmişti. Kirli planlar deşifre olunca, hepsi demir parmaklıkların arkasında buldu kendilerini… Bunu hiç hesap etmemişlerdi. Öyle ya onlar bu ülkenin kurucusu ve sahibiydi… Her kim gelirse gelsin onların iktidarından eksilen bir şey olmuyordu bu zamana kadar… Ama bu sefer böyle olmadı. Kefeniyle gelen Anadolu çocukları pek gözü kara çıkmıştı. İçeriden de dışarıdan da gelen “höt” seslerine aldırış etmedikleri gibi kulaklarından tuttukları gibi paketlenmişlerdi...   Dünya kamuoyu önünde siyasi popülaritesi artan bir Türkiye, ekonomik olarak da “şaşırtıcı” noktaya gelince, her seçimde artan desteğiyle Anadolu çocuklarının kurduğu parti 50’lere merdiven dayamıştı. Türkiye’nin el pençe duran liderlerinden eser kalmamıştı. Kasımpaşalı bütün dünya kamuoyu önünde, her şeyini bölgede Türkiye’ye borçlu olan İsrail’in Cumhurbaşkanını paylamış, muhataplar gıkını bile çıkaramamıştı. Üstelik öç almaya dönük sonraki ataklarından dolayı da özür dileyip tazminat ödemek zorunda kalmışlardı.   Artık darbeciler de anlamıştı ki, yeni ve tamamen farklı bir yöntem bulmaları gerekiyordu. Stepnede beklettikleri ne güneydi. Öyle ya boş yere mi büyütüp beslemişlerdi bu güne kadar onları… Yıllarca yedekte beklettikleri “ılımlı, barışçı, dünyaya açılmış ve diyaloğa açık İslam anlayışını” halk planlarını anlayıp boşa çıkarınca devreye koymanın zamanının geldiği kanaatine vardılar. Yiğit Anadolu halkı, tamamen yeni örgütü çözemeden ‘hukuk darbesiyle’ yüz yüze geldi. Darbecilerin o zamana kadar geliştirdikleri en büyük silah da ellerinde patlamıştı. Zira başarısız olan hamle deşifre olmalarından başka bir işe yaramamıştı.   Türkiye; üzerinde sürekli planların yapıldığı, güçlendiğinde neleri başarabileceğini göstermiş “misyonlu” bir ülke… Ancak Türkiye’de hükümet olunsa da “iktidar-muktedir” olunamıyordu. “İktidar-muktedir” olmaya çalışanlar ise bedelini ağır ödemişti. Yani Türkiye’de aslında iki adet “iktidar” vardı. Bunlardan birisi bildiğimiz iktidar, yani hükümetler… Bir diğeri ise dokunulmazlığı olan, bildiğimiz anayasa ve yasa ile bağlı olmayan “kırmızı kitaplarda” “kara kitaplarda” var olan kurallara göre misyon üslenmiş ve dış bağlantılı gizli hükümet, yani derin devlet… (soğuk savaş dönemlerindeki kontrgerilla ya da gladyo yapılanmasını düşünün). Asıl söz sahibi yani “iktidar-muktedir” de bu yapı idi. İçerideki işbirlikçilerin kimisi asker, kimisi polis, kimisi iş adamı örgütü, kimisi işçi örgütü, kimisi medya patronu, kimisi siyasi bir parti, kimisi “sivil toplum örgütü”, kimisi sağcı, kimisi solcu, kimisi yasa dışı örgüt mensubu, kimisi “sıradan saf vatandaş,” kimisi milliyetçi, kimisi ulusalcı, kimisi demokrat, kimisi liberal, kimisi “muhafazakâr” ve kimisi maalesef ve maalesef zaman zaman “hepimiz…” Elbette bu saydıklarımın ve daha fazlasının “muhiblerinin” ezici çoğunluğu olayın farkında değil… Aşkla şevkle hatta ibadet aşkıyla gecesini gündüzüne katarak, dişini tırnağına takarak, ailesini ihmal etme adına büyük bir gayretle ve “hizmet” duygusuyla çalışmakta idi.   Çoğu zaman bunlar kendi aralarında da düşmandırlar. Sadece milletten yana, bu milletin tarihi misyonunu üslenen, kazara iktidar olan ve derin devleti sorgulamak bir tarafa bir de yargılama girişimlerinde bulunduklarında, bu gruplar arasında “kirli ittifaklar” kurulabilmekte… Türkiye’nin 17-25 Aralıkta da 15 Temmuzda da yaşadığı bu sürecin yeni bir ayağından başka bir şey değil… İşte 15 Temmuz Fikret Başkaya’nın deyimi ile bu paradigmatik yapının (statik resmi ideoloji) iflas miladıdır.
Ekleme Tarihi: 06 Şubat 2018 - Salı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

FAŞİZM – FANATİZM - 2

(Geçen haftadan devam)… Sürekli kafasına vurulan halk köylerinden çıkmış, ben de varım diyordu. Süreçte yaşanan ağır (ekonomik) kriz (2001), yönetilemeyince hâkim güçlerin bir taviz daha vermeleri zorunlu olmuştu. Eğer barajın önünü açmazlarsa durum çok fena olacaktı zira... Tabandan gelen baskıyı “zaman kazanmak için” göğüslemek zorunda kaldılar. Amerika’dan ithal ettikleri ve o zamana kadar adı duyulmamış “ekonomist” ülkeyi IMF’ye bağlayıp, nefes almasına yardımcı olduysa da aralarındaki kavganın ayyuka çıkması seçime gitme mecburiyeti doğurdu.

 

Alttan alta gelişen halk hareketi partileşmişti bile… Onlar da belki tahmin etmiyorlardı ama 2.5 yıl sonraki seçime katılmak üzere oluşturulan parti, daha bir yaşını bile doldurmadan kendisini seçim sathı mailinde buldu. Kim bilir, erken seçim belki de “sezinledikleri tehlikeyi” bertaraf etmeye dönüktü. Ne kadar uğraştılarsa olmadı. Halk darbecileri ve darbe sonrası oluşturulan şişirilmiş politikacıları tasfiye etmişti. Ama bedelin bu kadar ağır olacağını onlar da tahmin edememişti. Yine eski faşizan yöntemlerle ön alabileceklerini, halkı sindirebileceklerini düşündüler. Çok değil seçimden altı ay sonra da darbe planları yapmaya başlamışlardı. Ama halk bir daha aynı delikten ısırılma niyetinde değildi.

 

Darbe planları bir tarafa, eski alışkanlıklarından diğer birini daha devreye soktular. Bu en tehlikeli ve kuvvetli “darbe” olacaktı: Parti kapatma davası… Hep onlar önlem alacak değildi ya… Bu sefer de Anadolu çocukları önlem almıştı. Darbecilerin bu klasik ayak oyununu bilen Anadolu insanının Meclisteki çoğunluğu anayasayı değiştirerek, işbirlikçilerin bu “kılıfına uydurulmuş” yeni darbe planını suya düşürdü. O zamana kadarki en büyük tehlike atlatılmıştı. Eş zamanlı olarak başlatılan darbe soruşturmalarıyla psikolojik üstünlük de Anadolu çocuklarının eline geçmişti. Artık darbeciler kendilerini kurtarma derdine girmişti. Kirli planlar deşifre olunca, hepsi demir parmaklıkların arkasında buldu kendilerini… Bunu hiç hesap etmemişlerdi. Öyle ya onlar bu ülkenin kurucusu ve sahibiydi… Her kim gelirse gelsin onların iktidarından eksilen bir şey olmuyordu bu zamana kadar… Ama bu sefer böyle olmadı. Kefeniyle gelen Anadolu çocukları pek gözü kara çıkmıştı. İçeriden de dışarıdan da gelen “höt” seslerine aldırış etmedikleri gibi kulaklarından tuttukları gibi paketlenmişlerdi...

 

Dünya kamuoyu önünde siyasi popülaritesi artan bir Türkiye, ekonomik olarak da “şaşırtıcı” noktaya gelince, her seçimde artan desteğiyle Anadolu çocuklarının kurduğu parti 50’lere merdiven dayamıştı. Türkiye’nin el pençe duran liderlerinden eser kalmamıştı. Kasımpaşalı bütün dünya kamuoyu önünde, her şeyini bölgede Türkiye’ye borçlu olan İsrail’in Cumhurbaşkanını paylamış, muhataplar gıkını bile çıkaramamıştı. Üstelik öç almaya dönük sonraki ataklarından dolayı da özür dileyip tazminat ödemek zorunda kalmışlardı.

 

Artık darbeciler de anlamıştı ki, yeni ve tamamen farklı bir yöntem bulmaları gerekiyordu. Stepnede beklettikleri ne güneydi. Öyle ya boş yere mi büyütüp beslemişlerdi bu güne kadar onları… Yıllarca yedekte beklettikleri “ılımlı, barışçı, dünyaya açılmış ve diyaloğa açık İslam anlayışını” halk planlarını anlayıp boşa çıkarınca devreye koymanın zamanının geldiği kanaatine vardılar. Yiğit Anadolu halkı, tamamen yeni örgütü çözemeden ‘hukuk darbesiyle’ yüz yüze geldi. Darbecilerin o zamana kadar geliştirdikleri en büyük silah da ellerinde patlamıştı. Zira başarısız olan hamle deşifre olmalarından başka bir işe yaramamıştı.

 

Türkiye; üzerinde sürekli planların yapıldığı, güçlendiğinde neleri başarabileceğini göstermiş “misyonlu” bir ülke… Ancak Türkiye’de hükümet olunsa da “iktidar-muktedir” olunamıyordu. “İktidar-muktedir” olmaya çalışanlar ise bedelini ağır ödemişti. Yani Türkiye’de aslında iki adet “iktidar” vardı. Bunlardan birisi bildiğimiz iktidar, yani hükümetler… Bir diğeri ise dokunulmazlığı olan, bildiğimiz anayasa ve yasa ile bağlı olmayan “kırmızı kitaplarda” “kara kitaplarda” var olan kurallara göre misyon üslenmiş ve dış bağlantılı gizli hükümet, yani derin devlet… (soğuk savaş dönemlerindeki kontrgerilla ya da gladyo yapılanmasını düşünün). Asıl söz sahibi yani “iktidar-muktedir” de bu yapı idi. İçerideki işbirlikçilerin kimisi asker, kimisi polis, kimisi iş adamı örgütü, kimisi işçi örgütü, kimisi medya patronu, kimisi siyasi bir parti, kimisi “sivil toplum örgütü”, kimisi sağcı, kimisi solcu, kimisi yasa dışı örgüt mensubu, kimisi “sıradan saf vatandaş,” kimisi milliyetçi, kimisi ulusalcı, kimisi demokrat, kimisi liberal, kimisi “muhafazakâr” ve kimisi maalesef ve maalesef zaman zaman “hepimiz…” Elbette bu saydıklarımın ve daha fazlasının “muhiblerinin” ezici çoğunluğu olayın farkında değil… Aşkla şevkle hatta ibadet aşkıyla gecesini gündüzüne katarak, dişini tırnağına takarak, ailesini ihmal etme adına büyük bir gayretle ve “hizmet” duygusuyla çalışmakta idi.

 

Çoğu zaman bunlar kendi aralarında da düşmandırlar. Sadece milletten yana, bu milletin tarihi misyonunu üslenen, kazara iktidar olan ve derin devleti sorgulamak bir tarafa bir de yargılama girişimlerinde bulunduklarında, bu gruplar arasında “kirli ittifaklar” kurulabilmekte… Türkiye’nin 17-25 Aralıkta da 15 Temmuzda da yaşadığı bu sürecin yeni bir ayağından başka bir şey değil… İşte 15 Temmuz Fikret Başkaya’nın deyimi ile bu paradigmatik yapının (statik resmi ideoloji) iflas miladıdır.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.