Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

JÜRİSTOKRASİ

Hukuk devleti ilkesi günümüzde gelişmiş ülkelerin kabul ettiği evrensel bir ilkedir. Türkiye’de de anayasal düzeyde kabul edilmiştir. Bir başka deyişle Türkiye 1982 anayasasının ilgili maddesi gereğince “hukuk devletidir.” Kavram yetki sahibi kişilerin yetkilerinin hukuki sınırını çizer. Bir başka deyişle yöneticiler önceden belirlenmiş kurallara bağlı olarak hareket etmek zorundadır, dolayısıyla keyfi davranamazlar. Egemenlik gücünü elinde bulunduran devlet de bu ilkeye uygun davranmak zorundadır. Eğer hukukun çizdiği sınırın dışına çıkarsa, hakkı zayi olanların müracaatı üzerine (idari) yargı marifetiyle hukuka uygun hareket etmesi sağlanır. Hukuk devleti ile "kanun devleti" kavramını da birbirine karıştırmamak gerekir. Zira kanunlar her zaman hukuka uygun olmazlar. Örneğin Çin'de "tek çocuk" politikası (gerçi değişti ya…) kanuna uygundur, ama hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Zira insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını (zorunlu kürtaj ile) sınırlandırmaktadır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi hukuk devletinin vazgeçilmezidir. Zira yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç erkten oluşan devlet yapısında, bunların birbirinden "bağımsız" olması hukuk devletinin en önemli teminatıdır. Bugün neredeyse bütün gelişmiş ülkelerde bu ilke kabul edilmiştir. Hatırladığım kadarıyla sadece İsviçre’de kuvvetler birliği ilkesi uygulanmaktadır ama bu uygulama kendi içerisinde sorun teşkil etmemektedir. Başkanlık sisteminin hâkim olduğu ABD'de de bu ilkenin özel bir şekli söz konusudur. Türkiye'de ise bu ilke anayasal olarak 1961'de kabul edilmiştir. Ondan önce özellikle yasama ile yürütme birliği söz konusu idi. İlk dönemlerde ise yargı da meclis içerisinden oluşturulmuştu. Nitekim İstiklal Mahkemeleri TBMM üyelerinden oluşturulmuştu. Elbette böyle bir şey kabul edilebilir değildir. Maalesef zaman zaman bu denge birinin lehine değişmektedir. Ülkemizde yargı üzerinde baskı olduğundan sürekli bahsedilir. Bunun üst düzeyde de dile getirilmesi gerçek tarafının olduğuna işarettir. Bu baskı yürütme organının güçlendiği dönemlerde daha çok yoğunlaşmaktadır. Yargı bağımsızlığı, hâkimlik teminatı gibi kuralların bu dönemde zedelendiği yönünde endişeler artmaktadır. Hatırlar mısınız bilmiyorum, bir savcı Genelkurmay Başkanı ile ilgili en temel vazifesi olan "iddianame" hazırlamıştı da HSYK tarafından meslekten atılmıştı. İlgili şahıs (Ferhat Sarıkaya) ancak 2010 referandumundan sonra işine geri dönebildi. Güç dengesinin yargı lehine döndüğü dönemler de olmaktadır. İşte yargı tahakkümünün olduğu bu dönemler "jüristokrasi" olarak adlandırılmaktadır. Bir başka deyişle yardı diktası… Bu sadece bizde değil, McCarthy dönemi ABD'sinde de yaşanmıştır. Malumunuz bu baskı son dönemlerde en fazla 28 Şubat Süreci ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde hissedildi bu dikta... O dönemde 11 kişilik Anayasa Mahkemesi gerek ideolojik yapılanması ve gerekse de Ana muhalefet Partisinin her fırsatta yaptığı şikayetlerle neredeyse hükümetlerin bütün icraatları mahkeme tarafından engelliyordu. Adeta eli kolu bağlanmış, esir alınmış bir yürütme organı vardı. Partiler sıkı bir takibatla ilk fırsatta kapatma davasına muhatap olur, akla ziyan gerekçelerle kapatılır, siyasal ve sosyal hatta ekonomik sonucunun ne olacağı hiç hesaplanmazdı. Bu icraatların hukuki mülâhazalarla değil, siyasi gerekçelerle yapıldığı konusunda toplumda adeta consensus olurdu. 11 kişi Türkiye'nin kaderini belirler, adeta barışa dinamit atılırdı. Yargı, kendisini bu ülkenin kurucusu ve gerçek sahibi gören mutlu azınlık (oligarşik kesim) için adeta arka bahçeydi. 12 Eylül 2010 referandumu bu yüzden her iki taraf için de önemliydi. Zira en sorunlu iki kurum olan HSYK ve Anayasa Mahkemesinin yapısını değiştiriliyor diğer arka bahçe olan Cumhurbaşkanlığı müessesesini de seçimle belirlenmesi düzenleniyordu. Böyle de oldu. Bu kurumlar yeniden yapılandırıldı. HSYK Seçimleri yapıldı ve bütün üyeler değişti. Anayasa mahkemesinin de karar alma şekli değiştirilerek parti kapatmalar zorlaştırıldı. O günden bu güne şükürler olsun kapatılan parti olmadı. Mahkemenin yapısı ve karar alma şekli değişmeseydi az kalsın Türkiye'nin en büyük ve o anda iktidarda olan partisi kapatılacaktı. Bir düzine kadar insanın vereceği bu kararın Türkiye'de yol açacağı ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçları düşünmek bile istemiyorum. Bir rivayete göre partinin kapatılmaması o günkü ekonomik krize bağlanmaktadır. Zira küresel çaplı ekonomik krizin zaten hükümeti götüreceği dolayısıyla muhtemel riskleri üslenmenin kendilerini zor durumda bırakabileceği gerekçesiyle bıçak sırtı parti kapatma kararı doğal sürece bırakıldı. Ama gel gör ki herkesin bir hesabı var işte... Toplum mühendisleri gene kaybetti... Kısa vadede sonuç veriyormuş gibi gözüken bu politikalar, uzun vadede toplumsal kabul görmemekte ve barış zedelenmektedir. Bu yüzden planlamaların siyasi gerekçelerle değil hukuki ve ekonomik gerekçelerle yürütülmesi gerekir. Bu gerçek geçmişte olduğu kadar bugün de geçerlidir.
Ekleme Tarihi: 08 Şubat 2016 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

JÜRİSTOKRASİ

Hukuk devleti ilkesi günümüzde gelişmiş ülkelerin kabul ettiği evrensel bir ilkedir. Türkiye’de de anayasal düzeyde kabul edilmiştir. Bir başka deyişle Türkiye 1982 anayasasının ilgili maddesi gereğince “hukuk devletidir.” Kavram yetki sahibi kişilerin yetkilerinin hukuki sınırını çizer. Bir başka deyişle yöneticiler önceden belirlenmiş kurallara bağlı olarak hareket etmek zorundadır, dolayısıyla keyfi davranamazlar. Egemenlik gücünü elinde bulunduran devlet de bu ilkeye uygun davranmak zorundadır. Eğer hukukun çizdiği sınırın dışına çıkarsa, hakkı zayi olanların müracaatı üzerine (idari) yargı marifetiyle hukuka uygun hareket etmesi sağlanır. Hukuk devleti ile "kanun devleti" kavramını da birbirine karıştırmamak gerekir. Zira kanunlar her zaman hukuka uygun olmazlar. Örneğin Çin'de "tek çocuk" politikası (gerçi değişti ya…) kanuna uygundur, ama hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Zira insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını (zorunlu kürtaj ile) sınırlandırmaktadır.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi hukuk devletinin vazgeçilmezidir. Zira yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç erkten oluşan devlet yapısında, bunların birbirinden "bağımsız" olması hukuk devletinin en önemli teminatıdır. Bugün neredeyse bütün gelişmiş ülkelerde bu ilke kabul edilmiştir. Hatırladığım kadarıyla sadece İsviçre’de kuvvetler birliği ilkesi uygulanmaktadır ama bu uygulama kendi içerisinde sorun teşkil etmemektedir. Başkanlık sisteminin hâkim olduğu ABD'de de bu ilkenin özel bir şekli söz konusudur. Türkiye'de ise bu ilke anayasal olarak 1961'de kabul edilmiştir. Ondan önce özellikle yasama ile yürütme birliği söz konusu idi. İlk dönemlerde ise yargı da meclis içerisinden oluşturulmuştu. Nitekim İstiklal Mahkemeleri TBMM üyelerinden oluşturulmuştu. Elbette böyle bir şey kabul edilebilir değildir.

Maalesef zaman zaman bu denge birinin lehine değişmektedir. Ülkemizde yargı üzerinde baskı olduğundan sürekli bahsedilir. Bunun üst düzeyde de dile getirilmesi gerçek tarafının olduğuna işarettir. Bu baskı yürütme organının güçlendiği dönemlerde daha çok yoğunlaşmaktadır. Yargı bağımsızlığı, hâkimlik teminatı gibi kuralların bu dönemde zedelendiği yönünde endişeler artmaktadır. Hatırlar mısınız bilmiyorum, bir savcı Genelkurmay Başkanı ile ilgili en temel vazifesi olan "iddianame" hazırlamıştı da HSYK tarafından meslekten atılmıştı. İlgili şahıs (Ferhat Sarıkaya) ancak 2010 referandumundan sonra işine geri dönebildi.

Güç dengesinin yargı lehine döndüğü dönemler de olmaktadır. İşte yargı tahakkümünün olduğu bu dönemler "jüristokrasi" olarak adlandırılmaktadır. Bir başka deyişle yardı diktası… Bu sadece bizde değil, McCarthy dönemi ABD'sinde de yaşanmıştır. Malumunuz bu baskı son dönemlerde en fazla 28 Şubat Süreci ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde hissedildi bu dikta... O dönemde 11 kişilik Anayasa Mahkemesi gerek ideolojik yapılanması ve gerekse de Ana muhalefet Partisinin her fırsatta yaptığı şikayetlerle neredeyse hükümetlerin bütün icraatları mahkeme tarafından engelliyordu. Adeta eli kolu bağlanmış, esir alınmış bir yürütme organı vardı. Partiler sıkı bir takibatla ilk fırsatta kapatma davasına muhatap olur, akla ziyan gerekçelerle kapatılır, siyasal ve sosyal hatta ekonomik sonucunun ne olacağı hiç hesaplanmazdı. Bu icraatların hukuki mülâhazalarla değil, siyasi gerekçelerle yapıldığı konusunda toplumda adeta consensus olurdu. 11 kişi Türkiye'nin kaderini belirler, adeta barışa dinamit atılırdı.

Yargı, kendisini bu ülkenin kurucusu ve gerçek sahibi gören mutlu azınlık (oligarşik kesim) için adeta arka bahçeydi. 12 Eylül 2010 referandumu bu yüzden her iki taraf için de önemliydi. Zira en sorunlu iki kurum olan HSYK ve Anayasa Mahkemesinin yapısını değiştiriliyor diğer arka bahçe olan Cumhurbaşkanlığı müessesesini de seçimle belirlenmesi düzenleniyordu. Böyle de oldu. Bu kurumlar yeniden yapılandırıldı. HSYK Seçimleri yapıldı ve bütün üyeler değişti. Anayasa mahkemesinin de karar alma şekli değiştirilerek parti kapatmalar zorlaştırıldı. O günden bu güne şükürler olsun kapatılan parti olmadı. Mahkemenin yapısı ve karar alma şekli değişmeseydi az kalsın Türkiye'nin en büyük ve o anda iktidarda olan partisi kapatılacaktı. Bir düzine kadar insanın vereceği bu kararın Türkiye'de yol açacağı ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçları düşünmek bile istemiyorum.

Bir rivayete göre partinin kapatılmaması o günkü ekonomik krize bağlanmaktadır. Zira küresel çaplı ekonomik krizin zaten hükümeti götüreceği dolayısıyla muhtemel riskleri üslenmenin kendilerini zor durumda bırakabileceği gerekçesiyle bıçak sırtı parti kapatma kararı doğal sürece bırakıldı. Ama gel gör ki herkesin bir hesabı var işte... Toplum mühendisleri gene kaybetti... Kısa vadede sonuç veriyormuş gibi gözüken bu politikalar, uzun vadede toplumsal kabul görmemekte ve barış zedelenmektedir. Bu yüzden planlamaların siyasi gerekçelerle değil hukuki ve ekonomik gerekçelerle yürütülmesi gerekir. Bu gerçek geçmişte olduğu kadar bugün de geçerlidir.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.