Konu ile ilgili bir önceki değerlendirmemizde yönetişimin teorik çerçevesi üzerinde durmuş, üniversitelerin de aslında bir “yerinden yönetim” birimi olduğunu vurgulamıştık. Bunun üniversitelerdeki adı özerkliktir. Özerklik idari ve mali açıdan yetki ve imkan sahibi olmayı gerektirir. Genlerimize işlemiş korku, bize bunun da zararlı olduğunu, aslında yetkilerin merkezde toplanması gerektiği yönünde telkinde bulunuyor. Sorun da bu ya zaten… Yıllardır üniversiteler dahil bütün yerinden yönetim birimlerinin yetkileri sembolik olmayı aşamadı. Bu korku; belediyelerin gerçek bir yerel yönetim, valiliklerin gerçek bir il yönetimi, üniversitelerin de hakiki bir özerk yönetim olmasını sağlayamadı. Oysa denetleyici ve düzenleyici birim olarak merkezi idare, işlerin aksayan taraflarını düzeltme noktasında yetki sahibidir.
Üniversiteler, parayı verenin düdüğü çaldırdığı yer olmamalıdır. Hiçbir akademisyen ekmeğini yediği (devletin-siyasi iktidarın) kılıcını sallamamak zorunda değildir. Devletin para temin etmesi gerekir elbette… Ama bu akademisyenlerin devletin emrinde olmasını gerektirmez. Statükonun temsilcisi bürokrasi-devlet, değişimin temsilcisi ise üniversitedir. Üniversiteler ezber bozan kurumlar olmalıdır. Akademisyenlerin görüş ve düşüncelerin açıklanması izne tabi olmamalıdır. Üniversiteler beyin fırtınası yapılan yerlerdir, bir düşünce ve bilgi üreten kurumdur.
Eskiden ilim ehlinin bırakın özerk olmasını bağımsızlığın da ötesinde bir statüleri vardı. Hiç bir bilim adamı padişahın ayağına gitmezdi. Bilakis padişahlar ilim ehlinin ayağına gider, onlardan emir ve talimat alırdı. Hiçbir bilim adamı padişaha-sultana yaranma peşinde olmazdı. Tarihin en güçlü devlet adamlarından; bizim aksak, kendilerinin de emir dedikleri kudretli devlet adamı Timur’un en değer verdiği kişiler bilim adamları edebiyatçılardı. Önüne çıkan orduları darmadağın eden Timur bilim adamlarının karşısında süt dökmüş kediye dönüyordu. Torunu ve hanlığın emirlerinden Uluğ Bey ise en bilinen matematikçi ve gökbilimcilerden birisidir. Semerkant’ta çok ciddi bir medrese (üniversite) ve rasathane kurmuş ve dünyanın önde gelen bilim adamlarını burada toplamıştı.
Üniversitelerde özerklik o dönemde de bu dönemde de önemlidir. Bir bilim adamının siyasi ya da başka gerekçelerle bildiklerini söyleyememesinin anormalliği sanırım sadece bununla muhatap olanların tam idraki mümkündür. Düşünsenize, yeni bir şey söylemekten korkan bir bilim adamı, insan hayatını kolaylaştıran buluşların altına nasıl imza atabilir… Bu durum üniversiteyi birikmiş bilgiyi, o da yarım yamalak aktarmaya çalışan bir meslek okulu haline döndürür.
Yakın geçmişte o koca koca akademisyenler tek tip kıyafete ve mesaiye zorlandı. Oysa işin içerisinde olanlar bilir ki, akademisyenin mesaisi olmaz. Örneğin ben bu yazıyı gecenin üçünde yazıyorum. Bir başbakan, bir bakan, bir vali, bir kaymakam, ‘benim mesaim saat beşte bitti’ diyebilir mi… İşte onun gibi birşeydir. Akademisyen herhangi bir devlet memuru olmadığı gibi, üniversiteler de lise değildir. Tek tip kıyafete ve mesaiye zorlanamaz-zorlanmamalıdır. Bilgi üretmesi gereken bir kurum nasıl böyle suni şeylerle meşgul edilebilir… Düşüncesinden dolayı kendisini baskı altında hisseden kişi nasıl üretken olabilir. İnsanlar sürekli aynı şeyi tekrarlasaydı, bir başka deyişle sıradışı şeyler söylemeselerdi, bu terakki nasıl elde edilebilirdi.
Her şeyin insan merkezli olması gerektiğini sürekli savunurum. Topluma karşı sorumluluk bilinci olan insandan bahsediyorum. Şüphesiz kurumsal alt yapı önemlidir. Denetim hiçbir zaman gözardı edilmemeli... Ancak toplumsal sorumluluğu olmayan insan, kendisine verilmiş olan yetkiyi (üniversitelerde özerkliği) de bulduğu ilk fırsatta istismar etmekte… Yönetici bir koordinatör olmalıdır. Ağzından çıkan herşey emir telakki edilemez. Yöneticilik insanların hayatlarını kolaylaştıran, onların ihtiyaçlarına çözüm üreten birimin adıdır. Bir başka deyişle bizatihi varlığı sorun olmayan, koltuğunu koruma odaklı, kendisinden ürkülen, personelin görmek istemediği müdürün, dekanın ya da rektörün en iyisi olduğu kişi değildir yönetici…
Artık batı da sosyal düzenin sağlıklı işlemesi için sadece kurum ve kuralların yeterli olmadığını ve beşeri boyutun da dikkate alınması gerektiği kabul etmeye ve çeşitli kurumlar geliştirmeye başlamıştır. Bu çerçevede geliştirilen “sosyal sorumluluk” ve “sosyal ahlak” moral economy kavramları son derece önemlidir. Yine batı toplumu içerisinde gelişmekte olan ve “hayırseverlik, yardımlaşma, diğergamlık” anlamlarına gelen “altruizm” kavramı da bu çerçevede ele alınabilir. Bunun somut örnekleri de vardır Batı’da… Örneğin dünyanın en zengin işadamlarından birisi olan Bill Gates’in “insancıl kapitalizm” üzerinde yoğunlaşması böyledir. Servetinin bir kısmını (Bill Gates Vakfı 20 milyar dolar) hayır işlerine ayıran Gates “yiyebileceğim herşeyi yiyebiliyorum, giyebileceğim herşeyi giyebiliyorum, ismimi zenginler listesinden çıkarıncaya kadar servetimi dağıtacağım” diyecek kadar konunun farkında… İslam ekonomisinin önem atfettiği insan unsuru, çağdaş iktisadın en önemli sorunlarından birisi olan kayıt dışı ekonomi ile mücadelede de çok önemli kazanımlar sağlayacaktır. Örneğin sosyal sorumluluğu olan bir kişinin vergi kaçırması ihtimali gayet düşüktür.
İnsan unsurunun ihmal edildiği kısmen de olsa anlaşılmış gözükmektedir. Çünkü her ne kadar daha iyi ve mükemmel yasalar oluşturulsa da mutlaka zaman içerisinde eksik yönleri ortaya çıkmaktadır. Nitekim, bu yasaları uygulayacak olan da insanın bizatihi kendisidir. Zira Eflatun’un deyimiyle; siz ne kadar mükemmel yasalar oluşturursanız oluşturun, topluma karşı sorumluluk duymayan insan yasayı dolanmanın bir yolunu bulacaktır.