Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR
 

CELLADINA ÂŞIK OLAN ÜLKE

“Celladına âşık olmuşsa bir millet İster ezan ister çan dinlet İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet Müstahaktır ona her türlü zillet.”   Ömer Hayyam’ın yukarıdaki dizeleri yazmasının üzerinden tam bin yıl geçmiş… Demek ki Mehmet Akif’in dediği gibi tarih tekerrür ediyor. Ömer Hayyam neyi görüp bu dizeleri yazmış bilmiyorum ama ben Türkiye’den bahsediyorum elbette… Konunun bir de bilimsel adı var; Stockholm sendromu… Çok kısaca kendisini öldürmeye niyetli olan kişiye âşık olma şeklindeki psikolojik bir hastalık…   Biz İsveç’ten ülkemize dönelim. Her ülkenin kendi genlerinden mütevellit öncelikleri vardır. Bizim aynı zannettiğimiz ülkelerin aralarında o kadar büyük farklar var ki… Örneğin Avrupa Birliği… Mottosu nedir biliyor musunuz; ‘farklılık içerisinde birlik…’ Bizim batı medeniyeti olarak isimlendirdiğimiz Avrupa ve Amerika arasında da büyük farklar vardır. Nitekim Avrupa Birliği, örneğin Amerikan film endüstrisinin etkisinden korunmak için yayınların belli bir oranının ‘yerli’ olması zorunluluğu getirmiştir.   Peki ya biz… Kadim Anadolu kültürü… Kimisi Türk olmaktan, kimisi İmparatorluk bakiyesi diğer unsurların mensubu olmaktan, kimisi de Müslüman olmaktan kaynaklanan kendi içerimizde bile nice farklılıklarımız var. Amerika’yı düşünün… Yetmiş iki milletten müteşekkil Amerika, bu farklılıkları tekdüze hale getirmek isteseydi, şimdilerde sahip olduğu güce ulaşabilir miydi? Neden sizce kendisini ‘Amerikalı’ olarak tanıtan birisi ‘gururlu’ hissediyor da, örneğin Somalili olmak aynı anlama gelmiyor.   Geçmişi daha geriye götürülebilirse de bir 1923’te katilimize-celladımıza âşık olduk biz... Bize ait ne varsa hepsi süreç içerisinde itibarsızlaştırıldı. Tevhidi Tedrisatla bu köklü kültür tek tip ve milletin tamamen yabancısı olduğu bir eğitim sistemine zorlandı. Harf devrimi ile geçmişle bağı koparıldı. İki bin küsur yıllık kadim medeniyetin köküne kibrit suyu döküldü. Ne dini ne de milli, hiçbir farklı sese izin verilmedi. Uydurulan ve toplumsal bir karşılığı olmayan bir milliyetçilik anlayışı geliştirildi. Örneğin Güneş Dil Teorisi ile tüm dillerin kaynağının Türkçe olduğu palavrasına bu milletin inanması istendi. Bunların eleştirilmesi bile en ağır şekilde cezalandırıldı. Şapka devrimiyle koca millet mantar tarlasına çevrildi. Hepsini saymıyorum elbette… Bunlar hala üniversitelerde bile zorunlu inkılap tarihi derslerinde anlı-şanlı devrimler olarak anlatılıyor.   Tabii sürecin devamı da var; Avrupa Birliği… 1959’da başlayan ve yarım asrı geçen Avrupa Birliği ile uzatmalı flörtümüz bir türlü evlilikle neticelenmedi. Böyle bir ihtimalde gözükmüyor, ama Türkiye her fırsatta şimdiye kadar hiç bir şey olmamış gibi âşık olduğu celladıyla evlenme ümidini devam ettiriyor. Hani aşkın gözü körmüş ya; öyle bir şey… Avrupa bizimle gönül eğlendiriyor da, biz bir türlü ‘kendilerinden’ vazgeçemiyoruz.   Son darbe girişimini düşünün bir de... Plan işlemeyince ne kadar da hüzünlendiler. Uzun süre sesleri çıkmadı, kendilerine gelemediler bir türlü… Zira süreç Arap baharı olarak isimlendirdikleri dizaynın Türkiye ayağı idi. Hiç birisi gelip geçmiş olsun bile demedi. Aksine Türkiye’yi suçlayıcı ifadeler kullandılar. Aradan bir buçuk ay geçtikten sonra, yavuz hırsız rolündeler. Bana göre bu milletin zekâsıyla alay etmektir.   Batının hiçbir değerinin kendi toplumu ya da kendisine hizmet edenlerin dışındakileri için anlamlı olmadığına onca tecrübeye rağmen vakıf olamadık. Demokrasi de, hukuk devleti de, insan hakları da, piyasa ekonomisi de, seçimler de, azınlık haklarına saygı da… hepsi yalnız ve yalnız çıkarlarına hizmet ettiği sürece anlamlıdır bu ülkeler için... Hani atalarımızın tecrübeyle söylediği gibi; gâvurdan dost olmaz. Bunun hangi gâvur olduğunun da önemi yoktur. Nitekim Osmanlı devleti zayıf düştüğünde denge politikası izlemiş, kimi zaman Rusya’ya, kimi zaman İngiltere’ye, kimi zaman da Almanya’ya yakınlaşmış ama heyhaat… Bu ülkeler (Almanya müttefikimizdi) yaptıkları gizli anlaşmalarla (Sykes-Picot gibi) Osmanlı topraklarını aralarında pay etmişlerdi bile… Tabii esas sorun, temel kaynakların hayatımızdan çıkması çıkarılması idi. Aslında çoğunun farkında bile olmadığı gizli bir savaş halen devam ediyor ama perde gerisinde dayatılanlara Türkiye’nin itirazı oyunu bozmuş gözüküyor. Üzerimize artık açık açık gelmelerinin nedeni de bu…   Batılılaşma toplumumuzda kurumsal olarak Tanzimat Fermanı ile başladı ama, Cumhuriyet dönemindeki tercihler Osmanlı dönemiyle kıyas götürür gibi değildir. Geçmişe dair ne var ne yoksa devlet eliyle ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Yeni bir tarih bile yazıldı. Adeta 1923’ten önce bir tarihimiz yokmuş, İngilizler bizim kadim dostumuzmuş gibi anlatıldı. Oysa bütün başımıza gelenlerin baş aktörü zamanın birinci sıradaki emperyal gücü İngilizlerdi. Yunanı da üzerimize salan oydu. Çok kıvrak bir zekâ oyunuydu aslında Yunanı baş düşman olarak zihinlerimize kazınması... Kudüs’ü, Mescidi Aksa’yı alan da bizden alan ve zaman sonra İsrail’e veren kendileriydi. Allemby şöyle demişti Selahaddin Eyyubi’nin kabrine ayağını koyarak; ‘Selahattin 700 yıl sonra yine biz geldik…’ Aynı Allemby, İngilizler İstanbul’u işgal ettiklerinde, Beyaz atla girmişti İstanbul’a, fatihe nazire olsun diye…   Her nasıl olduysa oldu biz celladımız olan İngiliz’e, daha sonra rolünü devreden Amerikaya, arkasından bütün Avrupa’ya ‘âşık’ olduk… Bu öylesine bir aşktı ki; Turgut Özal zamanına kadar kendimizi ‘İslam ülkesi’ olarak bile tanımlamıyorduk. Ola ki, laikliğe aykırı bir işlem yapmış oluruz. Cumhuriyetin ilk zamanlarında medrese ve tekkelerin, yani ilim ve irfan yuvalarının kapısına kilit vurulunca, cenazeler bile ortada kaldı. Evlenme, boşanma, miras, aile bağları gibi insan hayatını doğrudan etkileyen Medeni Kanunu Katolik ilişkiye göre hazırlanmış İsviçre’den aynen tercüme ederek toplum hayatımıza sokmakta hiçbir beis görmedik. Uzun uzun yıllar kız çocuklarımızı üniversite kapılarında beklettik. Ya benim istediğim gibi girersin ya da cahil kalırsın seçeneklerine zorladık… Demokrasi görünürde vardı ama gerçekte iktidar sahipleri dışarıdan emir alan bir avuç oligarktı. Herhangi bir şekilde partinizin oyu bir miktar yükselmişse derhal müdahale edilir ve kapatılırdı.   Bu saydıklarımız sadece bazıları… Ne zaman ki itirazlar yükselmeye başladı, klasik ayak oyunları işlevini yitirdi, inandırıcılıkları dip yaptı, o günden sonra başımıza gelmeyen kalmadı. Stepnelerin tamamı kullanıldı. Çare olmayınca yine içerideki ve emirlerindeki kuvvetleri harekete geçirdiler. Hukuk kılıfı da yeterli olmayınca 15 Temmuzdaki işgal girişimi ile karşı karşıya geldik. Artık daha ötesini beklemiyoruz. Her zaman kötülerin istediği de olmuyor. Bundan sonra biraz da onlar düşünsün.
Ekleme Tarihi: 29 Ağustos 2016 - Pazartesi
Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

CELLADINA ÂŞIK OLAN ÜLKE

“Celladına âşık olmuşsa bir millet

İster ezan ister çan dinlet

İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet

Müstahaktır ona her türlü zillet.”

 

Ömer Hayyam’ın yukarıdaki dizeleri yazmasının üzerinden tam bin yıl geçmiş… Demek ki Mehmet Akif’in dediği gibi tarih tekerrür ediyor. Ömer Hayyam neyi görüp bu dizeleri yazmış bilmiyorum ama ben Türkiye’den bahsediyorum elbette… Konunun bir de bilimsel adı var; Stockholm sendromu… Çok kısaca kendisini öldürmeye niyetli olan kişiye âşık olma şeklindeki psikolojik bir hastalık…

 

Biz İsveç’ten ülkemize dönelim. Her ülkenin kendi genlerinden mütevellit öncelikleri vardır. Bizim aynı zannettiğimiz ülkelerin aralarında o kadar büyük farklar var ki… Örneğin Avrupa Birliği… Mottosu nedir biliyor musunuz; ‘farklılık içerisinde birlik…’ Bizim batı medeniyeti olarak isimlendirdiğimiz Avrupa ve Amerika arasında da büyük farklar vardır. Nitekim Avrupa Birliği, örneğin Amerikan film endüstrisinin etkisinden korunmak için yayınların belli bir oranının ‘yerli’ olması zorunluluğu getirmiştir.

 

Peki ya biz… Kadim Anadolu kültürü… Kimisi Türk olmaktan, kimisi İmparatorluk bakiyesi diğer unsurların mensubu olmaktan, kimisi de Müslüman olmaktan kaynaklanan kendi içerimizde bile nice farklılıklarımız var. Amerika’yı düşünün… Yetmiş iki milletten müteşekkil Amerika, bu farklılıkları tekdüze hale getirmek isteseydi, şimdilerde sahip olduğu güce ulaşabilir miydi? Neden sizce kendisini ‘Amerikalı’ olarak tanıtan birisi ‘gururlu’ hissediyor da, örneğin Somalili olmak aynı anlama gelmiyor.

 

Geçmişi daha geriye götürülebilirse de bir 1923’te katilimize-celladımıza âşık olduk biz... Bize ait ne varsa hepsi süreç içerisinde itibarsızlaştırıldı. Tevhidi Tedrisatla bu köklü kültür tek tip ve milletin tamamen yabancısı olduğu bir eğitim sistemine zorlandı. Harf devrimi ile geçmişle bağı koparıldı. İki bin küsur yıllık kadim medeniyetin köküne kibrit suyu döküldü. Ne dini ne de milli, hiçbir farklı sese izin verilmedi. Uydurulan ve toplumsal bir karşılığı olmayan bir milliyetçilik anlayışı geliştirildi. Örneğin Güneş Dil Teorisi ile tüm dillerin kaynağının Türkçe olduğu palavrasına bu milletin inanması istendi. Bunların eleştirilmesi bile en ağır şekilde cezalandırıldı. Şapka devrimiyle koca millet mantar tarlasına çevrildi. Hepsini saymıyorum elbette… Bunlar hala üniversitelerde bile zorunlu inkılap tarihi derslerinde anlı-şanlı devrimler olarak anlatılıyor.

 

Tabii sürecin devamı da var; Avrupa Birliği… 1959’da başlayan ve yarım asrı geçen Avrupa Birliği ile uzatmalı flörtümüz bir türlü evlilikle neticelenmedi. Böyle bir ihtimalde gözükmüyor, ama Türkiye her fırsatta şimdiye kadar hiç bir şey olmamış gibi âşık olduğu celladıyla evlenme ümidini devam ettiriyor. Hani aşkın gözü körmüş ya; öyle bir şey… Avrupa bizimle gönül eğlendiriyor da, biz bir türlü ‘kendilerinden’ vazgeçemiyoruz.

 

Son darbe girişimini düşünün bir de... Plan işlemeyince ne kadar da hüzünlendiler. Uzun süre sesleri çıkmadı, kendilerine gelemediler bir türlü… Zira süreç Arap baharı olarak isimlendirdikleri dizaynın Türkiye ayağı idi. Hiç birisi gelip geçmiş olsun bile demedi. Aksine Türkiye’yi suçlayıcı ifadeler kullandılar. Aradan bir buçuk ay geçtikten sonra, yavuz hırsız rolündeler. Bana göre bu milletin zekâsıyla alay etmektir.

 

Batının hiçbir değerinin kendi toplumu ya da kendisine hizmet edenlerin dışındakileri için anlamlı olmadığına onca tecrübeye rağmen vakıf olamadık. Demokrasi de, hukuk devleti de, insan hakları da, piyasa ekonomisi de, seçimler de, azınlık haklarına saygı da… hepsi yalnız ve yalnız çıkarlarına hizmet ettiği sürece anlamlıdır bu ülkeler için... Hani atalarımızın tecrübeyle söylediği gibi; gâvurdan dost olmaz. Bunun hangi gâvur olduğunun da önemi yoktur. Nitekim Osmanlı devleti zayıf düştüğünde denge politikası izlemiş, kimi zaman Rusya’ya, kimi zaman İngiltere’ye, kimi zaman da Almanya’ya yakınlaşmış ama heyhaat… Bu ülkeler (Almanya müttefikimizdi) yaptıkları gizli anlaşmalarla (Sykes-Picot gibi) Osmanlı topraklarını aralarında pay etmişlerdi bile… Tabii esas sorun, temel kaynakların hayatımızdan çıkması çıkarılması idi. Aslında çoğunun farkında bile olmadığı gizli bir savaş halen devam ediyor ama perde gerisinde dayatılanlara Türkiye’nin itirazı oyunu bozmuş gözüküyor. Üzerimize artık açık açık gelmelerinin nedeni de bu…

 

Batılılaşma toplumumuzda kurumsal olarak Tanzimat Fermanı ile başladı ama, Cumhuriyet dönemindeki tercihler Osmanlı dönemiyle kıyas götürür gibi değildir. Geçmişe dair ne var ne yoksa devlet eliyle ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Yeni bir tarih bile yazıldı. Adeta 1923’ten önce bir tarihimiz yokmuş, İngilizler bizim kadim dostumuzmuş gibi anlatıldı. Oysa bütün başımıza gelenlerin baş aktörü zamanın birinci sıradaki emperyal gücü İngilizlerdi. Yunanı da üzerimize salan oydu. Çok kıvrak bir zekâ oyunuydu aslında Yunanı baş düşman olarak zihinlerimize kazınması... Kudüs’ü, Mescidi Aksa’yı alan da bizden alan ve zaman sonra İsrail’e veren kendileriydi. Allemby şöyle demişti Selahaddin Eyyubi’nin kabrine ayağını koyarak; ‘Selahattin 700 yıl sonra yine biz geldik…’ Aynı Allemby, İngilizler İstanbul’u işgal ettiklerinde, Beyaz atla girmişti İstanbul’a, fatihe nazire olsun diye…

 

Her nasıl olduysa oldu biz celladımız olan İngiliz’e, daha sonra rolünü devreden Amerikaya, arkasından bütün Avrupa’ya ‘âşık’ olduk… Bu öylesine bir aşktı ki; Turgut Özal zamanına kadar kendimizi ‘İslam ülkesi’ olarak bile tanımlamıyorduk. Ola ki, laikliğe aykırı bir işlem yapmış oluruz. Cumhuriyetin ilk zamanlarında medrese ve tekkelerin, yani ilim ve irfan yuvalarının kapısına kilit vurulunca, cenazeler bile ortada kaldı. Evlenme, boşanma, miras, aile bağları gibi insan hayatını doğrudan etkileyen Medeni Kanunu Katolik ilişkiye göre hazırlanmış İsviçre’den aynen tercüme ederek toplum hayatımıza sokmakta hiçbir beis görmedik. Uzun uzun yıllar kız çocuklarımızı üniversite kapılarında beklettik. Ya benim istediğim gibi girersin ya da cahil kalırsın seçeneklerine zorladık… Demokrasi görünürde vardı ama gerçekte iktidar sahipleri dışarıdan emir alan bir avuç oligarktı. Herhangi bir şekilde partinizin oyu bir miktar yükselmişse derhal müdahale edilir ve kapatılırdı.

 

Bu saydıklarımız sadece bazıları… Ne zaman ki itirazlar yükselmeye başladı, klasik ayak oyunları işlevini yitirdi, inandırıcılıkları dip yaptı, o günden sonra başımıza gelmeyen kalmadı. Stepnelerin tamamı kullanıldı. Çare olmayınca yine içerideki ve emirlerindeki kuvvetleri harekete geçirdiler. Hukuk kılıfı da yeterli olmayınca 15 Temmuzdaki işgal girişimi ile karşı karşıya geldik. Artık daha ötesini beklemiyoruz. Her zaman kötülerin istediği de olmuyor. Bundan sonra biraz da onlar düşünsün.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve bugun15.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.